Sona gelelim. Başlangıç jeneriğinin saniyelerle bize anlattığı “kaçınılmaz son” anlatısının etkisiyle, Don nasıl ve nerede ölecek, cesedini kim bulacak sorularıyla dizinin sonunu bunca zaman merakla bekledik. Sadece biz değil, onca zamandır patronundan haber alamayan Meredith’in ilk sorduğu soru bile “Öldü mü?” oldu, Peggy telefonu kapatırken Don’ın intihar edeceğinden korktu. Kimse için beklenmedik bir şey değil Don’ın ölümü. Ve Don aniden yakınlık hissettiği, kendiyle taban tabana zıt bir yabancıya sarılmasıyla birlikte kendini bu kadar kurcalamanın bir anlamı olmadığını anladı. Don hiçbir zaman, kürk dükkanında çalışırken bile, buzdolabının rafında unutulmuş bir eşya gibi hissetmedi kendini. Don’ın kendisi buzdolabını açıp kapayan adamdı, sofrada sohbet eden karısı ve çocukları Don’ın kendi ailesiydi, ofise girdiği anda tüm bakışları üzerinde toplayan, kadınların yanına yaklaşmak için özel çaba harcadığı, iş arkadaşlarının ondan bir şey öğrenmek için can attığı. Don’ın ışığı hiçbir zaman sönmedi, sadece yaşadığı zor yılların izini kendi vücudunu kanatarak çıkarmaya çalıştı. Ölüm her zaman bir ihtimaldi, ama o sonunda yarasının iyileşmesine zaman vermeye karar verdi. Kendisine Dick denilen diyarda, hayatındaki önemli üç kadın, Sally, Betty ve Peggy’yle telefonda konuştuktan sonra Coca Cola’nın Hilltop reklamının ilhamını soludu. Don, farklı uluslardan gelen kadınlı erkekli büyük bir grubun söylediği reklam jingle’ındaki “perfect harmony/kusursuz uyum”dan vazgeçti ya da asıl uyumun geçmişle barışmak olduğunu anladı. Ve reklamcılığın amiral gemisinde Coca Cola’nın “it’s the real thing” sloganına imzasını attı. Gerçeğini buldu, yeniden icat etti, kendini mutlu hissettiği yere geri döndü.