Sibel’in bu hikâyenin “kötü kızı” olarak görülmesini hiçbir zaman anlamamıştım. Kimsenin canını yakmadı, kimseye savaş açmadı, kendisine açılan savaşa dahi dâhil olmadı. Sibel, babasız büyümüş bir kızdı. Hiçbir zaman tam anlamıyla bir aile olabilmenin ne demek olduğunu bilmiyordu. Sonra iki adam çıktı karşısına, Emir ve Yiğit. Biri ev gibiydi, güvenilir, sıcacık. Diğeri fırtınalı deniz gibiydi, heyecan verici ama bir o kadar da korkutucu. Sibel’in ne yapıp edip o fırtınalı denizden uzaklaşması gerekiyordu. Emir’in güvenli limanına sığındı. Ama çok geçmeden anladı, o liman Sibel’e dardı. Bu kez Bora çıktı karşısına… Güçlüydü, arkanı yasladığın zaman düşmezdin ama “aile” değildi. Sibel, farkında olmadan Yiğit’in fırtınalı dünyasına dalmıştı. Yiğit bir “aile” olabilirdi, Sibel’in aradığı heyecanı verebilirdi, Sibel’i koruyabilirdi. Sibel kaçtı, Yiğit kovaladı. Sibel inkâr etti, Yiğit itiraf etti. Sibel, Elif’i Yiğit’in önüne koydu ve “Ben seni bir bebeği babasız bırakacak kadar sevmiyorum,” dedi. Ve en sonunda ikisi de birbirlerine teslim oldular, Sibel tüm korkularına ve endişelerine rağmen Yiğit’e teslim oldu. Yiğit’e rağmen Yiğit’i sevmeyi göze aldı. Ama Kübra’nın tek bir cümlesinin hayatına mal olacağını bilmiyordu. Kübra bas baya yalan söylemişti Yiğit’e, pireyi deve yapmak da bir nevi yalandır. İki kere park yürüyüşü yapmış Sibel ve Emir için “Büyük aşk yaşadılar,” demek yalandır. Sibel’in hayatı kendi sırrı ve Kübra’nın yalanıyla yerle bir oldu. Sevdiği adamı kaybetti, hayallerini kaybetti, umutlarını kaybetti. Bir tek hayatı kalmıştı elinde, bir de bebeği… Yiğit uğruna onları da kaybetti. Sibel, bu hikâyenin kaybedeniydi. Mutsuz etmedi ama mutlu olamadı. Zorla taraf yapıldığı bir savaşın içinde mağlup edildi Sibel… Tüm bunlara rağmen kin beslemedi, yaşadıklarının intikamını almayı bile beceremedi. Hep eksik, hep yarımdı hikâyesi ve eksik bitti. Hiçbir yerde hata yapmamıştı Sibel ama mutlu olamamıştı. Bebeğini kucağına aldığında aydınlanacak dünyasının hayalini kuruyordu, o da olmadı.