True Blood
Herkesin kafasının kaldırabileceği bir dizi olarak başlamadı True Blood. Adıyla müsemma biraz fazla kan, klasik izleyiciyi uzaklaştıracak derecede çok vampir, vampir barları, vampir içecekleri ve daha bir sürü vampir şeysi. Kurtadamlar da cabası, daha doğrusu köpekadamlar. Yine de kendine haiz enteresan bir çekiciliği vardı ilk sezonun. Küçük bir kasabanın dedikodu ağı, yozlaşmış ilişkileri, medyaya ve politikacılara ince dokundurmalar. Özgün karakterleri de cabası: Vampirik şartların torbacısı Lafayatte’i izlemekten keyif almamak mümkün değildi örneğin, Eric Northman’ın karizmasına kapılmamak da. Sam’in sahici aşkı, Sookie’nin bayalığını ve Tara’nın iticiliğini bile gölgeliyordu örneğin. Hepsinin ötesinde diziyle ilgili azınlık alegorisi okuması yapılmasının mümkün olması, günümüzle ilgili kurulabilen paralellikler özgün bir işin çıkmasına sebep oluyordu. 1. Sezonun sürprizli sonunda katilin yakalanmasıyla güllük gülistanlıktı her şey.
Ne olduysa 2. Sezon başlarken oldu. Karakterler karikatürizeliklerinin kurbanı olmaya başladı. karakterler derinleşmedikçe hikaye sarpa sardı, hikaye sarpa sardıkça daha çok vampir, yetmeyince garip periler, kurtadamlar ismini hafızamda tutmanın mümkün olmadığı daha acayip yaratıklar türemeye başladı. Sookie’nin bir başkarakter olarak yetersizliği, üstelik arkadaşı Tara’nın bitmek bilmeyen sahneleri iyice dibe çekti diziyi. Kimse bu durumun farkına varmamış olacak ki tam 7 sezon sürdü dizi. Neyse, en azından güzel kadından çok güzel adamın olduğu dizilerin de yürüyebileceğini öğrenmiş olduk.