Söz konusu yönetmenlikse underrated kelimesinin yanında resmi çıkar Terry Gilliam’ın. Ünlü İngiliz komedi ekibi Monty Python’ın kurucularından, ABD doğumlu İngiliz sinemacının kendine özgü dili Atlantik’in iki yakasını birleştiren enteresan bir kombinasyondur. Örneğin önemli yapımlarından Balıkçı Kral (1991) Hollywood kodlarından beslenen ancak atmosferiyle özgünlüğünü yaratmayı başarmış bir filmdir, öte yandan hem yazarlığını hem yönetmenliğini üstlendiği, ekiple birlikte yaptığı ve birçok eleştirmene göre beyazperde tarihinin en komik filmi Monty Python and the Holy Grail (1975) ise dibine kadar British’tir; tamamen ada kültüründen beslenen bir gariplikler satiri abidesidir.
Bütün övgüleri tek başına toplayamayacağından Monty Python filmlerini, Time Bandits ve Brazil gibi bağımsız mücevherleri bir kenara bırakırsak, Terry Gilliam’ın dünya sahnesine yaptığı giriş iki ayaklı: Balıkçı Kral ve 12 Maymun. Bu noktada, Terry Gilliam dilini daha net yansıtan ve üstüne daha iyi bir film çekemediği (Belki değeri asla bilinmeyen Fear and Loathing in Las Vegas hariç) 12 Maymun’u ön plana çıkarmakta hiçbir sakınca yok.
Sallanan hareketli kamerasıyla soyumuzun tüketim toplumuna dönüşerek çıldırışını şahane kurgusuyla destekleyen 12 Maymun sırtını iki ana unsura dayıyordu: Atmosferi ve muazzam oyunculukları. Filmin temposunu desteklercesine kotarılmış hafif abartı karakterleri, başrollerde en karizmatik haliyle Bruce Willis ve girdiği her sahneyi parlatan (cidden, Gilliam; Stowe’un olduğu her sahnede sıcak renkler tercih etmiş,) Madeleine Stowe’un biraz hızlı gelişse de izleyiciyi avucuna alan kimyası ve Brad Pitt’in oyunculuk mesafesini gözler önüne serdiği performansı filmin en önemli silahlarıydı kuşkusuz.
Gilliam filmde kamerasını asla oyuncularına sabitlemez, kafa üstü kadrajlarıyla seyircinin başını döndürür, sersemletir ve hem deliliğin sınırlarını zorlaması hem de seyircisini delirmeye davet etmesiyle bambaşka bir tempo yakalar filminde. Evet, insanlığın kökünü kazıyan virüs hikâyede önemli yer taşır ama esas olarak tüketim toplumunun metaforu olarak oradadır ve aşk bile, bu delirişi önleyemez; gelecek için ümit verir sadece. Zaman yolculuğu ve kuralları 23. plandadır, oralara girmemek anlatımı allak bullak edeceğinden zekice uzak durur o konudan. Lost’un uzun bölümler boyunca anlatmaya çalışıp yaptığı hataya düşmez: Gilliam’ın filminde son kertede “Ne olduysa olmuştur,” insan ırkının yıkıcılığından kaçış yoktur.
Uyarlama çekerken sırtınızı yasladığınız hikâyenin gücü ise iki ucu keskin bıçak. Başlangıç noktanızın sağlamlığı elbette önemli ancak bir noktada orijinaliyle karşılaştırılmaktan ve -çoğunlukla çağımızın tatlı hastalıklarından nostaljik romantizm sebebiyle- geri kalmak da kaçınılmaz.