18. bölümde Yeşil Deniz’e dökülen ırmaklar bir büyük kaza, bir ayrılık, bir ölüm ve içinden çıkan hazinelere kurban olunası garibanlıktı. Bölüm bittikten sonra şöyle bir durup kendimi yokladım. Bu bölümden içimde ne kaldı diye baktım. Ne tuhaf, sadece umut vardı. Üstelik belki umut sözcüğü bile geçmedi bölüm boyunca. Hani böyle umut mühimdir, umut hayatın kalbidir filan... Yoktu bunlar. Yine de “Yaralı Güvercin”den içimde kalan en baskın duygu umuttu.
Tahammül edemediğim dizileri bir kenara ayırır, kalanların önemli bir kısmını izlerim ben. Bunların bir kısmını beğenirim. Nadiren de sevdiğim biri çıkar ve “yaz” der bana. Kaza, ölüm, ayrılık filan, tuttum zihnimde bunları anaakım dizilerin hikâyesine yerleştirdim. Üç saniye filan sürdü bu. İçim o kadar koyulaştı ki yarım saniye daha düşünsem umudum içime dökülen çimentoyla beraber kalıplaşarak can verecekti. Bir ağırlık, bir dram... Uuuu...
Ama bu akşam izlediğim hikâyede tüm bu “dram”lar yaşandı ve içimde ne bir gram ağırlık ne bir gram karanlık vardı. Şu hazır gıdaların üzerinde “doğala özdeş” gibi bir ifade geçer ya, öyleydi çünkü Yeşil Deniz’in ayrılığı da, ölümü de, kazası da. Hayatta görülebileceği gibi... Doğada bulunduğu şekliyle.