Kübra… Sibel’in ölümüne verdiği tepkiye inanmamıştım. Ne zaman Kübra ile ilgili önyargılı olduğumu düşünsem, bunun bir önyargı değil öngörü olduğunu gösteren bir şey muhakkak yapıyor. Yiğit’e kurduğu teselli cümleleri ağzımı beş karış açık bıraktı.
“Sen onun için elinden geleni yaptın.”
Sahi ne yaptı Yiğit? Son ana kadar anasından emdiği sütü burnundan getirmek dışında ne yaptı Sibel için? Ya da ne yaptığını gördü Kübra da rahatlıkla bu cümleyi kurabiliyor? Yiğit’in de dediği gibi; o kendi elleriyle koydu Sibel’i ve bebeğini namlunun ucuna. Tetiği o çekmedi belki ama silahı o doldurdu. Yiğit, Kübra’ya duyduğu vicdan azabını bastırmak için o kadar büyük bir çaba harcıyordu ki Sibel’i görmüyordu bile… Yiğit, Sibel için hiçbir şey yapmadı.
“Senin yüzünde leke falan yok.”
Nasıl yok mesela? Daha birkaç gün önce “Sen benim hayatımı kararttın,” dediği adamın yüzünde leke olmadığına nasıl inanıyor Kübra? Kendi hayatının karanlığını eline yüzüne bulaştırmış bir adama “Senin yüzünde leke falan yok,” demek bir teselli değildir.
“Olacakla öleceğin önüne geçilmezmiş işte.”
Gerçekten mi? Çocukluk arkadaşının bir mafya kurşunuyla, karnındaki bebeği ile birlikte hayatını kaybetmesini tanımlayan cümle bu mu? Bu kadar basit mi her şey? Kübra’dan bu umursamaz cümleyi duyduğum an benim içim cız etti. Demek ki Sibel’e “Benim elimi bırakma,” demesi bir ölüm döşeği tesellisinden başka bir şey değilmiş, demek ki çocukluk arkadaşının ölümü umarsız bir atasözüne sığdırılacak kadar basitmiş Kübra için. Çok üzücü, çok…