Geçtiğimiz hafta Sibel’in son mektubunu okuduk. Seyhan’ın kurşunuyla, Yiğit’i korumak için kendisini feda etmişti Sibel… Yiğit’i o kadar sevmişti ki kendi hayatı bile önemsiz oluvermişti o an. Yiğit’e bir şey olacak korkusuyla yaşayamayacağı için ondan uzak durmayı seçen bir kadındı Sibel, onun hayatı için kendi hayatından vazgeçmesi ne kadar şaşırtıcı olabilirdi ki? Sibel’in ölümü Yiğit’e kalbinin yerini hatırlatmıştı. Yeniden sızlıyor, yeniden atıyordu. Ama artık atmayan bir kalp için… Artık atmayan bir kalbin intikamı için… Yiğit’in pişmanlığını, vicdan azabını, bastırdığı aşkını zaten biliyorduk ama ben bu kadarını beklemiyordum! Bu kadar perişan, bu kadar derbeder, bu kadar aşık, bu kadar pişman bir Yiğit göreceğimi tahmin etmiyordum. Doğmamış çocuğunu ve Sibel’i kendi elleriyle uçuruma sürükleyen Yiğit, o kadar büyük bir acı çekiyordu ki “Kaybedecek neyim kaldı?” cümlesi dahi döküldü dudaklarından. Yiğit, olduğu ve olacağı her şeyi kaybetmişti. Doğmamış bir bebeğin ruhunda hapsolmuştu Sibel’in delifişek delikanlısı… Yiğit sadece Sibel’e ve bebeğine değil, o temiz kalpli delikanlının üzerine de toprak atmıştı. Yiğit’ten geri kalan aydınlık ne varsa yok olmuştu işte…