Ayşegül und Poyraz aşkı ise, geçen yazıda da bahsettiğim gibi, sahicilik kazandıran bir suyla yıkanıp paklanmış gibi. Birbirlerine sevgilerini, birbirlerini çoğu zaman paramparça ederek göstermeye çalışmaları gündelik hayatın tozu, dumanı, kömür kokusu altında yaşanan aşklara benziyor. Öylesine mahalleli, öylesine sokaktan. Fakat katiyen sıradan değil, zira sokaktan kaç kişiyi çevirirsek çevirelim Poyraz kadar entelektüel bilgi ve yeteneğe sahip olamaz. Orada bir saygı duruşu var.
Fakat bu aşkın ilerleyişinde de bir sorun olduğuna inanıyorum. Yeniden.
Ayşegül’ün Poyraz’ın oyununa karşılık babasıyla barışmış, barışmamış da ona sarılarak yılların özlemini gidermiş gibi yapmasını hiç mi hiç doğru bulmadım. En azından Ayşegül açısından. Zira Ayşegül, tamam babasını sevmiyor ya da hatta onun yüzünü dahi görmek istemiyor olabilir, ama böyle bir kadın değil o. Kırmak istemez kimseyi, en sevmediğini bile. Bu noktada babasının gönlünü yeşertmesi yoluyla Poyraz’ı oyuna getirmesi hiç yakışık almadı.
İkili aşklarını yaşarken, birbirlerini kırıp dökmenin yanında, çevreye de duygusal zarar vermeye başladılar bana kalırsa.
En başta da, ne yazık ki, Bahri geliyor.
Geldi.