Duvar’da ise çok önemli bir şey öğreniyoruz: Stannis manzara seviyor, sadece asansörle çıkılabilen rezidansını oraya kurmuş. Melisandre, Jon Snow’un seks hayatını sorgulayarak çıkıyor kralın yanına. Stannis, krallık sorumluluklarının farkında olan tek kral belki de, Kuzey’i kurtarmak için yola çıkmış, bunun için de Mance’in yabanıllarına ihtiyacı var. Jon’un görevi ise Mance’in diz çökmesini sağlamak.
Mance ideallerinden vazgeçmeyen ve idealleriyle ölen bir adam olmaya hazır. Doğru bildiği yolda yürüyor, ölüm onun için yeni bir adım sadece. Halkını birleştiren kendi düşünceleri ölüm yolunda vazgeçilecek bir şey değil onun adına. Tıpkı Oberyn gibi o da yaşadığı şekilde ayrılmak istiyor bu dünyadan. Onun da gerçek gücü, bütün o klanları birleştirmesinin altında yatan gerçek bu.
Jon’un ise babasından sonra hayatındaki tek gerçek baba figürü Mance Rayder. Tıpkı babası gibi Mance’le de sorunları var ama aynı zamanda karşılıklı saygı da duyuyorlar birbirlerine. Felsefik atışmalar, birbirini kurtarmaya çalışmalar, yanarak ölmenin korkunçluğu. Belki Jon’un bir babayla konuşacağı son dakikalar, büyümesinin tamamlandığı anlar. Melisandre garip diyalektiği ve gözlerinden süzülen ateşle oynaşan deliliğiyle Mance’i yakarken, Jon’un Mance’in acı çekmesini engellemek için okla onu öldürmesi de Jon’un intikamı: Ned gibi değil, onuruyla ölmesini istediği için vuruyor Mance’i. Mance’in bileğinde onurunun bağladığı kelepçeler varken hem de.
Hepsinin ötesinde dizilerin güç yarışında kesin olan bir şey var. Dokuz ay gezinip gelse de hem gücünün hem iktidarının farkında Game of Thrones; ilkini hiç kovalamadığı, ikincisini istediği şekilde kullanabildiği için. Güç yüzüğünü elinin tersiyle iten, dolayısıyla da dünyanın en tepesinde olan Tom Bombadil gibi. Biz ise yine tahtı izliyoruz, oradaydık ve şimdi buradayız.