3. Televizyon dizilerine burun kıvıran entelektüeller için The Wire, Dickens ve Dostoyevski eserlerinden geri kalmayan görsel bir epik roman okuma imkanı sunuyor.
Hikaye örgüsü her sezon farklı bir çizgide ilerlese de ana eksen, yunan tragedyalarından beri klasik bir tema: “kurulu düzen-birey mücadelesi”. Düzen diye adlandırdığımız şey bürokrasi, kültür ya da sokak-çete raconu gibi değişik formlara bürünse de hikayede hep galip geliyor. Dizinin kötümser atmosferi biraz da bu kaderci-determinist havasından kaynaklanıyor. Anlatıcı, bireylerin tarafını tutmuyor; hatta pek çoğu izleyiciye oldukça çekici gelen karakterlerini kahramanlaştırmamak için elinden geleni yapıyor. Mesela ilk sezondan gözümüze giren dedektif McNulty suçlulardan ziyade polis bürokrasisi ve kendisiyle mücadele ediyor ve bu süreçte izleyicinin gözünde bile gittikçe çirkinleşiyor. Epik romanları andıran zengin bir karakter ve olay örgüsüne sahip olsa da seyirciyi sıkboğaz etmiyor. Yarattığı kişilikleri iç monologlar yahut dokunaklı psikolojik çelişkilerle derinleştirmek için fazladan çabaya girmiyor.
Klasik roman benzetmesinden çekinenlerse diziyi Amerikan rüyasının basit ve gerçekçi bir grafik illüstrasyonu olarak seyredebilir. Özellikle neo-liberalizm ve Amerikan emperyalizmi gibi tanımları çok kullananlar için baştan sona kıymetli argümanlarla dolu. Dizinin yaratıcısı David Simon kendi tanımıyla amerikan politik sisteminden nefret eden öfkeli ve aksi bir adam. Anlattığı biraz da kendi hikayesi.