Bir kere Hürrem, handiyse Lady Macbeth seviyesinde, grotesk kötü! İkincisi (ne kadar devşirilmiş olsa da) Ukraynalı mı, Rus mu ne; tipik Türk kadını kalıplarını enden de, boydan da aşıyor.
Ama kocasına (ve iktidara) olan tutkusunun ateşiyle, evlatlarını yok sayılabilecek birer piyon olarak görme kapasitesiyle, ne kadar akıl-izan yoksunu olsa da Merhamet’teki koca manyağı anneyi, manipülasyon canavarlığı ve gereğinde kurban rolüne geçivermesiyle, Kuzey Güney’deki Handan Hanım'ı hatırlatmıyor değil.
Bazen Handan Hanım kadar (sözüm ona) evlatlarına tapan, saçını süpürge eden,cefakar ve fedakar pozlarında bir anne, bazen de (hatta çoğunlukla) Merhamet’teki anne gibi mutlak ve gözükara bir koca (Sülüman ve iktidar) aşığı. Dünya, (diyelim o korkunç Rüstem Paşa'yla evlendirdiği kızı Mihrimah Sultan) yansa, umurunda değil.
Ama Hürrem, hakiki hayattan ziyade tragedyalara yaraşacak kadar ekstrem bir karakter: Hem aşırı bir güçle donatılmış, hem de hayattan büyük bir hayatın içinde.
Yine de sırası geldiğinde dünyada annelikten/evlatlarından daha mühim bir şey yokmuş pozlarını (samimi olarak da) takınıp, temelde, yangında ilk terk edilecek hissi annelik duyguları olduğundan Türk televizyonlarındaki büyük "Annem! Annem! Esasında kimsin sen be Annem?" sorgulamasının bir ayağı olmaktan kurtulamıyor.
Yani: yurdumuzun ekranlarında, Kutsal Annelik gümbür gümbür üstümüze, evlerimize, ruhlarımıza yıkılıyor.
Biz salonlarımızda, ekranlarımız karşısında pineklediğimizi zannederken, hakikate dair devrim-ler gerçekleşiyor.
Duyan var mı? Anlayan, kavrayan?
Orda kimse var mı?
Hakikatleri görmeye, filan?
Lan. Lan.