2017, hatırladığım kadarıyla La La Land patırtısıyla başladı; La La Land ya da Lay Lay Lom Ülkesi ya da mazbut Türkçe ismiyle Aşıklar Şehri, millenial kuşak denen karakterlerin aşk sancıları ile kariyer kaygılarını birbirine sarıp sarmalıyor ve 2000’li yılların Cherbourg Şemsiyeleri olmak istiyordu. Cherbourg Şemsiyeleri kadar rengarenk olmakla birlikte (rengi onun kadar da yaratıcı-yapay biçimde kullanamasa da) bir yandan da temkinli bir fanteziydi. Otoyolda bütün arabaların istop edip herkesin şarkıya durduğu açılış sahnesi özellikle enerjikti. Diğer yandan bu sahnedekilerin hepsi meşhur olmaya çalışan oyuncu namzetleriydi ve filmin geri kalanı onların kaygılarıyla ilgiliydi; bundan sonra ne yapacağız? Starbucks’da tezgahtarlık geçici bir hal mi? Yoksa ebediyen mi?! Her zamankinden çok başarıya önem veren bir dünyada yaşamanın gerilimi filmin gözeneklerinden fışkırıyordu. Milenial kuşağın gerilimini sezmeyen, umursamayan ya da onaylamayan, meşhur ’68 kuşağından günümüze birkaç kuşak filmi sabun köpüğü buldularsa da, film basbayağı bir dönem hüznüyle ilgiliydi.
Tavrından hiç taviz vermeyen Ken Loach ise I, Daniel Blake / Ben, Daniel Blake’de hemen hemen aynı soruları çok daha alelade hayatlar yaşayan insanlar için soruyor, neoliberalizmin ihanetine uğramış bir toplum gösteriyordu. Ötekiler yıldız olmak için kendilerini fütursuzca neoliberalizmin sularına ata dursunlar İngiltere’nin bir mahallesindeki insanlar için kendilerini iyi kötü ayakta tutan bir önceki sistem çökmüştü. Zaten zamanında da ne kadar sağlıklıydı? Bunun olacağını hissetmiyor muyduk? Loach, çıkışı komşuluk, inat ve dayanışmada görüyor ve bu konudaki duygusallığından hiç de utanmıyordu. Sinema gibi hikaye ile etki yaratma alanlarında asıl konu da bu; ya yeni duygusallıklar yaratmak ve onları cüretkarca ortaya atmak ya da sahiden bağlı isek, eski duygusallıklardan vazgeçmemek. Bu iki film ‘Hollywood’a karşı Charles Dickens’ gibi bir kutuplaşmanın iki ucu gibiydiler. Birbirlerini aynalayarak.
Body and Soul / Beden ve Ruh adlı garip ve hoş Macar filmi de aldığı büyük ödüle hafifçe şaşırmış gibi gösterişsiz ve sakin bir tavırla tevafuk’a ve duygu paralelliklerine güvenmemizi öneriyor, birbirimizle aynı rüyaları görebileceğimize güvenirsek bedenler bir mezbahadaki bedenler gibi de olsa ruhlarımızı özgür kılabileceğimize iman ediyordu. Bu dindar olmadan iman eden filmin anakronistik ruhaniliği seyircide Bresson, Dreyer gibi yönetmenlerin filmlerine tekrar bakma arzusu uyandırıyordu.
Akla hayale sığmaz hikaye katmanlarını (hayalet hikayesi, polisiye, moda dünyası, genç bir kadının ayakta kalma hikayesi) bir araya getirirken seyirciye hesap vermeyi umursamayan Personal Shopper / Hayalet Hikayesi ise olanca nev-i şahsına münhasırlığı ile, maddi dünya ile kişiye özgü ruhani bir dünyanın içiçe var olduğunu ve bunlarda aynı anda gezinebileceğimizi öneriyordu. Bu, bir çeşit milenial şizofreni ya da zorunluluk değil, iç dünya dediğimiz ‘paket’in aldığı yeni haldi ve her ne kadar tartışmaya açıksa da ‘durum işte bu merkezde’ idi. Var olan koşulların ‘işte böyle ve burada’ oluşları ile ilgilenen bu filmleri edilgen bulmak çok kolay. Dünyayı değiştirmek isteyen görüş bunları onaylamayacaktır ve elbette dünyayı değiştirmek de gerekli. Ama olup bitenlere samimiyetle bakmazsak, ‘maddi’, ‘manevi’, ‘iç dünya’, ‘dış dünya’ gibi kavramların aldığı yeni halleri anlamaya çalışmazsak zor da.
Eski kuşakları yeni kuşaklara bağlarken, eski Hollywood, Yeni Dalga, hip, generation X gibi duraklardan daima bir şeylerin sezgisine sahip olarak geçen Jim Jarmusch'un Paterson’u, adeta nefes alıp verişi andıran ritmi ile kusursuzdu. Evet, hem otobüs şöförü hem de şair olmak mümkündü ve bu hissi belki de eski Yunan filozoflarından Henry David Thoreau’ya kadar bir çok insan tanımıştı. Patersonlu şöför şair neden tanımasındı? Olaysız geçen mutlu ve rutin hayatlarda bu hayatların ritme tahammül edemeyen ve insanı sınayan bir Nemesis olabiliyordu (bu filmde sevilen bir köpek kılığında) ama, yeniden başlamak, var olanı kaybetmeye üzülmekten çok daha ilginç olan sıfırdan yeni dizeler bulabilmekti. Gerekli olan da - hele bir şair için - buydu.
Bu milenial kuşak filmlerine son olarak bir de Godard ve Ben’i katabiliriz. Hafif-zarif olmakla birlikte bu filmin bel kemiğini oluşturan his de, saygı duyulan ustalara farklı bakmanın efsanenin içini boşaltmaktan çok onu hafifletmek anlamına geldiği ve bunu yapmanın da ondaki cevheri yeniden canlandırmak anlamına geleceği idi. Le Redoutable / Godard ve Ben, pastişe gönül vermiş kuşakların hem Godardvari bir film yapmak hem de Godard ile ilgili bu zamandan bakarak bir şey söylemek arzularının pekala bir arada var olabileceğini öneriyordu.
Eski tarz sinemalara (klasik sanat sineması, ticari sinema vb.) bakan birkaç örnek de kendilerine özgü pırıltıyı koruyorlardı. Lady Macbeth’de Gotik sinema, Bronte Hemşireler ve feminizm bir arada vurucu bir sonuç veriyordu. Lucky Logan / Şanslı Logan, Amerikan kırsalında, ekonomik olarak canı burnunda, hatta belki belli bir hor görü eşliğinde white trash tabir edilen işçi sınıfının planlayacağı bir soygunun hem manidar hem de eğlenceli olduğunun kanıtıydı. Mükemmel bir genç yönetmen filmi olan Good Time / Soygun neredeyse sırf cesur yakın planlardan oluşan küçük bütçeli bir filmin dar alanda üslup harikası yaratabileceğini söylüyordu. Revnaklı üslubu, süslü ve Barok şatafatı ile ilk Old Boy / İhtiyar Delikanlı’nın yönetmeninin filmi The Handmaiden / Hizmetçi de temaları ve duygusu Batı’nın yeraltı edebiyatından devşirilmiş görünse de, bütün bunların başarıyla özgün bir üsluba çevirilebileceğini, asıl olanın tema değil, tema üzerine çeşitlemeler olduğunu gösteriyordu.
Sevdim, ama doğrusu Kaurismaki’nin The Other Side of Hope / Umudun Öteki Yakası’nı daha da çekincesizce sevebilmek isterdim. Finlileri her zamanki gibi delicesine tuhaf ve komikti, göçmen karakteriyse yeterince tuhaf ve komik değildi; sanki ona ayıp olurmuş gibi- Kaurismaki’den beklenmeyecek bir tasarruf.
Parlak, tekinsiz ve irkiltici olabilen ama tragedya şemasını güncelleme konusundaki ısrarı biraz kitabi kaçan The Killing of a Sacred Deer / Kutsal Geyiğin Ölümü karşısında da hürmetten daha çok heyecan duymayı tercih ederdim.
Birçok kötü ya da abartılan ya da kendine çok inandığı için kitsch mertebesine çıkan (ya da inen) film de vardı; kendi komikliğine olan inancı önünde durulmayan ve sonunda herkesi de ikna etmeyi başaran Toni Erdmann, son sahnelerde Depardieu’nun belirmesiyle renklenen, genelde ağlamaklı, öteki Claire Denis’ler gibi olmayan Let the Sunshine in / İçimdeki Güneş, tesadüflerinin bayatlığıyla sersemleten The Party, sanatçı demek bencillik demektir histerisi ve kristal yürek vb. gibi alegorik buluşlarıyla mother! / Anne!, Ken Loach olma hevesinde Manchester by The Sea / Yaşamın Kıyısında , baş karakteri siyah değil de beyaz olsa ne farkedeceğini çok merak ettiğim, politik doğruculuk şaheseri, ‘bembeyaz’ Mooonlight, Cronenberg olma hevesindeki Ozon filmi L’Amant Double / Tutku Oyunu, ilk uyarlamanın yanına yaklaşamayacak Doğu Ekspresinde Cinayet / Murder on the Orient Express, filmden çok film tasarımı olan Blade Runner 2049...
Asıl tartışma konusu edilmesi gereken iki sanat filmi var ki, ikisi de ayrıca ‘sanatla ilgili’ olma iddiasındaydılar. İkisinin de sanata dışarıdan bakan ve fırsatını bulduklarında bu alanda üretilen her şeye ‘bu da sanat mı?’ demeye can atan seyirciye sunduğu tatminler vardı. Manifesto, Kate Blanchett’i en gayretkeş ruh hallerinden birinde, arka arkaya, birbirinden değişik kılıklarda ünlü manifestoları ardarda okurken/ dizerken gösteren olimpik bir efordu. Her manifestonun değişik bir tarihi ana denk düştüğü, dolayısıyla bir bağlam içinde var olduğunu umursamayan Manifesto sonuçta, bir ‘best of…’ halet-i ruhiyesi içinde sade seyirciyi hem kısa yoldan etkiliyor, ara sıra ‘deli bunlar’ diye düşündürerek rahatlatıyor, hem de bombastik sonuyla bir tür orgazma sürüklüyordu.
The Square / Kare ise yönetmeninin ilk filmi Force Majeure / Turist’de de olduğu gibi seyirciyi hileli bir ahlaki açmazda bırakıyor ve buradan büyük sonuçlara varmamızı istiyordu; filmin aynı zamanda müze müdürü olan erkek kahramanı çalınan telefonu yüzünden hiç akıllıca olmayan (ve ahlaki uzantıları da olan) bir seçim yapıyor, filmin geri kalanı da onu, mesleği, konumu, konumunun verdiği kibir, sanat aleminin ‘zaten böyle oluşu’ gibi önceden karar verilmiş ahlakçı yargılarla ketenpereye alıyordu. Oysa film özellikle sanat dünyasıyla değil sadece bir adamın attığı yanlış adımla ilgiliydi. Kahramanı sinsi, ahlakçı bir tuzağa düşüren bu film de ödüllerle karşılandı. Çünkü ‘ayrıcalıklı’ karakterini tuzağa düşürüp sonra da ‘işte bunlar böyledir zaten!’ diyerek seyircinin önüne atıyordu ve oldu-bitti’ye ses çıkarmak neredeyse imkansızdı. İtiraz etseniz yoz sanat dünyasının yanında olacaktınız. Sapla samanı bilerek birbirine karıştıran bu filme bakarken zekice bir şey seyrettiğini düşünen seyircinin ise - hepsinin değilse de - zaten ağzı kulaklarına varmaktaydı.