‘Kıpırdamaktan kendimi alamıyorum/ Ritm bedenimi ele geçirdi galiba/ Ama hiç umurumda değil!’; bunlar Aşıklar Şehri/ La La Land’deki şarkılardan birinin açılış sözleri… Müzikalin kendine özgü çekiciliğini en iyi anlatan şarkı sözleri arasına girseler yeridir. İyi bir müzikal tam da bununla ilgilidir. La La Land de, sıkışan trafikte aniden ‘müziğe kapılan’ oyuncu adaylarının dansıyla açılıyor ve ilk bakışta müzik tarafından ele geçirilen ‘bağımsız özneler’le - en azından müzikalin alanı dahilinde - ilgili olacakmış gibi duruyor.
Oysa bu zalim ‘kendine referanslılık’ devrinde hiçbir şey bağımsız kalamıyor. Müziğin bedeni ele geçirmesi bile… Her şeye bir ‘ben bunu zaten biliyorum’ hissi siniyor. Sanki her şey sinefiller tarafından hepsinin sinefil olduğu sanılan seyirci (ki belki de artık öyle olmuşlardır) için yapılıyor ya da öyle duruyor. Hele hele Hollywood filmleri üzerine Hollywood filmi pastiche’leri (*) yapan Hollywood aşığı Avrupalı yönetmenlerin (mesela Chazelle’in idolü Jacques Demy) yaptıkları filmlere hayran genç Hollywoodluların filmlerinde… Kaç tur attıktan sonra ‘eve dönüş’tür bu, ve de ne baş dönmesi… İşte Damien Chazelle de adı üstünde kendi la la land’ine ya da lay lay lom ülkesi’ne kavuşmuş: sözlük anlamı ‘dalgın, uykuda ya da düş gören zihinlerin gittiği yer’ ya da ‘ciddiyetten yoksunluk ya da hafif zariflikle tanımlanmış bir zihin durumu’ olan ‘la la land’ deyiminin müzikal versiyonu tam bir kim kimdir kitabı. Vincente Minelli mizansenleri, Singing in the Rain, Fred Astaire-Ginger Rogers sahneleri, daha yeni örnekler, mesela bu filmin bence asıl esin kaynağı olan (kendi de bir pastiche) Martin Scorsese’nin New York New York’u, koreografide Sweet Charity, All That Jazz gibi Bob Fosse müzikalleri, müzikalin gerçek emekçileri olan dans grubunu konu alan A Chorus Line, hatta Everybody Says I Love You gibi pastiche’in parodisi filmler… Hepsi burada. Temalardan türeyen ‘türümsü’leri de anabiliriz; ‘taşradan şehre gelen kız’, ‘ne olursa olsun caza vurgun beyaz delikanlı’, ‘kız arkadaşlar yatakhanesi’, ‘tiyatroya gönül vermiş kız’, ‘Paris’e vurgun Amerikalı’ vb., vb.
Zihnin düş görmesine, hafifliğe ve zerafete itirazımız olamaz elbette, hele bir müzikalde; gelgelelim, Chazelle’in Lay Lay Lom Ülkesi bir taammüden kendini unutma, tatlı tatlı kafa gezdirme ülkesi de değil. Daha çok bir ‘prodüksiyon’, reklamcıların Türkçemize hediyesi lafla bir ‘konsept’, özel üniversitelerin büyülü Sanat Yönetimi Bölümlerinin seveceği tabirle bir ‘proje’. Ama ilginç olan fütursuzca açık ettiği ana teması; Başarı. ‘Nasıl yapar da başarırız?’
La La Land, barındırdığı onca renk içinde aslında sert bir biçimde şöhretle ilgili. Edinilmesi şiddetle arzulanan ama edinilme koşulları çok belirsiz bir emtia olan şöhretle. Daha otoyoldaki ilk sahneden, Starbucks’ı ziyarete gelerek gözleri kamaştıran meçhul artistten, oyuncu seçme sahnelerinin moral bozucu gerçekçiliğinden, Hollywood partilerinin görünme ve görülme oyunundan itibaren, esas konu, etrafları diğer şöhretler ve geçmiş şöhretlerin posterleriyle (Ingrid Bergman, Bacall, Monroe vb.) çevrili bizim aşıkların piyango biletlerine de ‘şöhret’ çıkıp çıkmayacağı… Burası bir rüya ülkesi olduğu için de sonunda çıkıyor ve şöhretler için olmazsa olmaz şeyler aynen onlara da oluyor. (Mesela ünlü yıldızın kaçınılmaz latte’sini ya da buzlu kahvesini almak için Starbucks’a girdiği sahne aynen tekrar ediyor.) Gene de ağzımızda buruk bir tat kalıyor.
Kalıyor, çünkü aslında Chazelle, rekabetin, başarının ve şöhretin yeni biçimlerini konu edinmeye meraklı bir yönetmen. Bir önceki ses getiren filmi Whiplash’deki davulcu namzedi delikanlı otoriter davul hocasının (bu filmde bir restoran işletmecisi rolünde) baskısı altında bunalıyor, ama ona baş kaldırmak yerine davul hocasının ezici otoritesinde gördüğü ‘imkanları’ araştırıyordu. Maruz kaldığı onca fiziksel ve sözel şiddete rağmen nasıl yapar da o otoriteyi kendine doğru bükebilir, işine yaratabilirdi? Bu belki de Chazelle’in iyi tanıdığı yeni bir kuşağın başarıyla ilişkisinden kaynaklanıyor. Başkaldırı fikrinin Batı’nın ‘afak’ını sardığı 60’lı 70li yıllar, sonra giderek posterleştiği, sonunda sistem tarafından tek dişi kalmış ya da hiç dişi kalmamış bir canavara çevrildiği 80ler, 90lar yıllar ve ötesinden bahsediyoruz; bugünün filmlerinde, en azından bu filmde, bir özgürlük ve başkaldırı hayaleti olup çıkan o günler, artık sadece James Dean filmleriyle, mesela Rebel Without a Cause / Asi Gençlik’le hatırlanıyor. La La Land’in kurduğu renkli-romantik pastiche dünyasında eski günlerin caz kulüplerini özlüyorsunuz, Paris’e giden teyzenin hatırlattığı başkaldırı imkanlarını özlüyorsunuz. Ama bütün bunları bir şeyi değiştirmek adına özlemiyorsunuz da başarmak denen piyangodan size de bir ikramiye çıkması ihtimalini canlı tuttukları için özlüyorsunuz. ‘Onlar başaramadı’; bu size ‘başarı’ düşüncesiyle ilgili bir mesafe kazandırmıyor da ‘acaba ben başaracak mıyım?’ hissinizi azdırıyor. Yarıştan çıkmıyorsunuz gönüllü olarak, tam tersine başarıya giden her zamankinden de mayınlı yollara düşüyor, her zamankinden de hınzırca tuzaklara, başarma piyangosu taliplerinin her zamankinden de kalabalık ve donanımlı oluşuna, şöhret denen alevin her zamankinden de titrek oluşuna eyvallah diyorsunuz. Burukluk asıl buradan kaynaklanıyor. Belki de Rebel Without a Cause'un gerçek Türkçe çevirisi olan Davası Olmayan Gençlik bu filmdekiler için söylenebilir. Hele kişisel başarıyı gerçek bir ‘dava’ saymayan kuşaklardansak.
Hayatı başarma hikayelerinin kesiştiği noktalarda aşkı başarmak da zor, hatta başaramamak daha mümkün. Bu yeni karakterlerin de kalpleri kırılıyor, gözpınarları doluyor, sabırları tükeniyor, birbirlerine dokunamadıkları için yılıyorlar. Ama La La Land’in neredeyse acımasızca dürüst olduğu bir nokta da var. Bu yeni karakterler, tamamen başardıkları noktada içlerinden bir şey eksilmiş, ruhlarından bir şey kopmuş gibi yapmıyorlar da, içlerinden bir şey eksilse, ruhlarından bir şey kopmuş da olsa, birbirlerine başardıklarını belirten bir işaret çakıyorlar. La La Land’in Cherbourg Şemsiyeleri’nin buruk sonunu andıran sonu buna iyi bir örnek. Sevgililer, ikisi de başarmış olarak, hayatlarının bir noktasında yeniden birbirlerine rastladıklarında, durumun bütün harab ediciliğiyle harab oluyorlar elbette ama bu ancak bir, bilemediniz bir buçuk şarkı boyu sürüyor. Yeniden yollarına devam etmek üzere fiziksel olarak birbirlerinden uzaklaştıklarında bir an kalpleri duracak gibi olsa da… birbirlerine bakıyorlar, erkek gülümsüyor başıyla selam yolluyor, kız da ona bir gülümseme yolluyor: ‘… ama başardık!’
Cherbourg Şemsiyeleri’nin sonsuza dek kalbinizi kıracak son sahnesini mi istersiniz, La la Land’in bugünün dünyasında başarı ve mutluluk fikrini dürüstçe özetleyen son sahnesini mi? ‘Aşk sonsuza dek bir yara bırakır kalpte’yi mi, ‘aşk başka şeyler yaparken elinden gelenin en iyisini yapmak demektir’i mi? Ebedi bir mutluluk fikrine mi kapılanmalı, yoksa her dönemin karakterlerini kendi koşulları ile mi değerlendirmeli? Bence La la Land, ardında yatan mirası yağmalarken biraz jenerik, biraz ‘proje’, hatta yer yer biraz sıkıcı, ama bu soruları sorarken ilginç.
——-
(*) Pastiche: Günümüzde sık sık adını duysak da ne olduğunu yeniden hatırlamak gereken bir terim. İtalyanca ‘yapıştırmak’ fiilinden. Bir ya da birkaç farklı metin ya da yazardan alınma ögelerle oluşturulmuş yeni bir metin anlamına geliyor. Bazen, Borges’in Don Quixote’nin Yazarı Pierre Menard adlı hikayesinde olduğu gibi metnin tıpkısının aynısını oluşturmak yolu ile bir ‘şaka’ hedefleniyor, bazen de o metnin parodisi.