Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Pıt pıt ‘Paterson’

Dünyanın en karışık zamanlarından birindeyiz, belki her zaman da öyleydi; her sabah 6yı 10 geçe uyanıp saatine bakıp sonra işine giden, işe başlamadan önce ya da sefertasıyla yanında getirdiği öğle yemeğini yerken aklına gelen dizeleri bir kenara not eden, akşama güzel karısının kollarına döndüğünde bir deftere kaydeden, yemeğini yedikten sonra köpeğini gezdirirken sevdiği barda bir kadeh bir şey içerken barın sahibiyle de iki çift laf eden, sonra yine eve dönüp, ertesi sabah gene huzur verici bir bedenin yanında uyanıp tıpatıp aynı şeyleri yapan, kutu gibi bir evde yaşayan otobüs şöförünün bir haftası anlatılabilir mi? Arada ufak tefek, hatta bazı ‘dramatikolaylar var tabii, ama hayat üç aşağı beş yukarı aynıdır ve Jim Jarmuschun Patersonunun seyirciye yolladığı meydan okuma böyle bir rutinin anlatılabileceği, anlatılmaya değer olduğu, hatta yakından bakarsak aslında rutin de olmadığıdır. Sakin, sanki heyecansız hayatlar otobüs şöförlerinin de şairlerin de rüyası olabilir. Ziya Osman Sabadan Behçet Necatigile, Robert Frostdan Paul Austera kadar birçok şair/yazar böyle bir hayatın anlatılabilir olduğunu da düşünmüşlerdir.

Sakin bir hayatta cazip olan nedir? Bazılarımız sakin bir hayatın tekinsizliklerin en büyüğü olduğunu, bu rutinin bir noktasında bir felaket beklenebileceğini düşünmeye yatkındır. Onlar için sakin bir hayat yoktur. Onlardan biri de benim. O yüzden sakin hayatların rutinine ilgi duyan sanatçılar beni ilgilendirir. Önce bir şaşkınlık sonra bir hayranlık duyarak, en çok da bir cüret olarak.     

Jarmusch film süresince bu olaysız hayatın gidişine dair bir iki kıtır atarak seyirciyi merak ettirmekten geri durmuyor. Patersonun evinin önündeki posta kutusu - görsel bir leitmotif olmaktan öte - neden hep yana yatıktır? O her akşam evine dönerken düzeltebilsin diye mi? Sokaklarda arabalarıyla gezinen kötü çocuklar ona köpeğinin çalınabileceğini mi ima etmişlerdir? Köpeğini barın önünde her bağladığında çalınmasını mı beklemeli miyizdir? (Onun buna memnun bile olacağı yolunda şaka yapmasına rağmen.) Siyah ve beyaz kontrastını giderek endişe verici bir saplantı haline getiren ve filmin hiçbir sahnesinde evin dışında görmediğimiz tatlı eşi aslında gizliden gizliye bir ruh hastası ya da talepkar, müsrif bir Madam Bovary midir? Hiçbiri. Oysa bir Patricia Highsmith romanında olsak bu ayrıntılardan herhangi biri çok geçmeden kabus haline dönüşebilir ve anti- Paterson hikayeler anlatmayı seven Highsmithin esas yazarlık malzemesi zaten bu normalliklerde gizlenen dehşettir. Keza David Lynchin de… Özellikle de küçük, sakin, olaysız kasabalar sözkonusu olduğunda. Ama Jarmuschun Patersonunun bunlardan hiçbiriyle alakası yok ve gerilim sık sık ikiz görmelerle başlayıp hafif hafif tırmanıp müessif bir eviçi kazada son bulduğunda bile aslında hiçbir şey değişmemiş sayılabilir. Patersonun yeniliği hatta cesareti de günümüzde böyle pıtır pıtır ilerlerken kuvvetli bir hıçkırma, bir boğaz temizleme ile bölünür gibi olan, sonra yeniden eski ritmini bulan bir hikayeyi anlatmaktır.

Nellie, Adam Driver ve Golshifteh Farahani ile birlikte filmin başrol oyuncularından.   

Patersonda heyecanlı, kıpır kıpır, sabırsız bir tek karakter var. O da Patersonların buldok köpeği Marvin. Marvinin, bütün gün evde dekorasyon, yemek ve genelde siyah-beyaz meselesiyle uğraşan Mrs. Patersonun yanı başında ya da gece gezmelerinde pek de güzel yakışacağı fakat bir türlü içine giremediği barın önünde fena halde sıkıldığını düşünebiliriz. (Akla meşhur bilardo ya da iskambil oynayan köpekler posteri geliyor.) Öyle ki, afili bir takım karakterler tarafından çalınmayı bile bu rutine tercih edebilir. Ayrıca, anlarız ki, meğerse her gün o posta kutusunu Marvin özellikle yamultuyormuş. Sırf hareket, heyecan olsun diye herhalde. Gelgelelim, sonuçta tek yaptığı rutine bir motif katmaktan ibarettir. Marvin sonuçta rutini tam bozacak bir şey yapacak, bu yaptığı da halıya işemekten çok daha fena bir şey olacaktır. (Bazı filmlerin, mesela The Big Lebowskinin böyle müsessif bir olayla başladığı malumdur.) Marvin belki de Paterson filminin sakinliğiyle hemfikir olmayan, olamayan seyircinin ya da en azından bir kısım seyircinin sözcüsüdür.  

Mrs. Paterson o gün, müessif kazanın gerçekleştiği, filmin anlattığı bir haftayı noktalayan Pazar günü o ana kadar deli saçması diye baktığımız siyah-beyaz cup cakeleriyle organik pazarda büyük başarı kazanmış hatta o gece bunu kutlamak üzere çift önce yemeğe sonra da siyah-beyaz bir filme, Val Lewtonun Kayıp Ruhlar Adasına gitmişlerdir. Bu noktada, Patersondaki hayatlara itirazınız varsa, film içinde gönderme yapılan filme de kafayı takmak mümkün; ama çift herhalde o filme siyah-beyaz olduğu için gitmişlerdir, yoksa filmin eski moda bir biçimde onların kayıp ruhlarolduğunu ima etmeye yaradığı için değil. (*) Ayrıca gerçekten de filmdeki kız Laura Patersona çok benzemektedir. Tıpkı Petrarcanın bütün şiirlerini adadığı ilham perisinin adının da Laura olması gibi bir tesadüf! Zaten Paterson, sonradan baktığımızda gayet sıradan bir sürü tesadüfle doludur.    

 

Marvinin sebep olduğu, Patersonun şiir hayatını bitirebilecek olay aslında Paterson için bir aydınlanma olacaktır. Filmin sonunda şelalesinin başına gittiğinde kendisi gibi şair olan bir Japonyalı turistle karşılaşacak, bu karşılaşma ona şiirin çevrilmezliği hakkında bir hikmet ve yanı sıra boş bir defter ya da boş bir sayfa kazandıracaktır. Zaten New Jersey, Patersonlu bir belediye otobüsü şöförü olmaktan daha şairane bir şey var mı’ da denilebilir, tıpkı Japonyalı arkadaşının dediği gibi.

 

Jarmusch Sadece Aşıklar Hayatta Kalırda (Only Lovers Left Alive) gündüzleri asla evden çıkmayan bir çift üzerine bir film yapmıştı. Patersonda ise sadece gündüzleri dışarı çıkan, akşamları ise çarçabuk sabaha bağlayan bir çift hakkında bir film yapıyor. Sadece Aşıklar Hayatta Kalır’ın aşıkları orta yaşlı  -daha doğrusu yaşsız- hızlı ve tutkulu biçimde aşıktılar. Patersonun aşıkları ise genç, yavaş ve yumuşak biçimde aşıklar. Dünyada cep telefonu kullanmayan, yavaş bir hayat sürmeyi seven, kendilerince bir Zen ritmi tutturmuş diyebileceğimiz insanlar da vardır ve daima olacaktır demeye getiriyor Jarmusch. Kahramanlarının hayatının sakin, şiirli ritmiyle akan bir müzik parçası gibi olan bu filmde ona inanmamamız için hiçbir sebep yok.


————————————————

(*) Benzer bir durum, ama tam tersi Todd Solonzun henüz gösterime girmeyen Wiener-dogunda (Sosis Köpek) var. Burada her biri birer kayıp ruh olan kişilerin birinden ötekine el değiştiren, adı da hep değişen sosis köpek, Marvinin tersine uysal ve boynu büküktür. Patersondan çok farklı biçimde harikulade bir film ve sakin bir hikayenin sabırsız çocuğu Marvinden farklı, çalkantılı hayatların tam ortasında boynu bükük, sakin bir sosis köpek.


FATİH ÖZGÜVEN

 

Paterson

Yazan ve yöneten: Jim Jarmusch

Oyuncular: Adam Driver, Golshifteh Farahani, Nellie

YORUMLAR




DİĞER HABERLER