Yüzüklerin Efendisi’yle bir şehirlerarası yolculukta tanıştığımda 13 yaşında bir çocuktum. Seriyi ilk kez okuma deneyimimden en çok aklımda kalan iki şey (SPOILER!! SPOILER!!!!11!!BİR) Gandalf’ın ölüşü ve Gandalf’ın dönüşüydü. “Gandalf öldü,” demiştim babama ağlamaklı bir sesle ve sonra da “Gandalf döndü.” Yaratılan o yepyeni evren, yaşadığımız korkunç dünyadan kaçış, pastel tasvirler, Shire’ın güzelliği ve Tom Bombadil’in haklılığı; hiçbiri değildi aklımda kalan, Gandalf’ın dönüşüydü. Gandalf’ın dönüşü umut demekti, adalet demekti ve dolayısıyla da fantezi demekti çünkü.
Kurgu dediğiniz ne kadar gerçekçiliğe yaklaşsa da adı üstünde var olmayan, kurulmuş bir şey. Fantezi ise bunun üst versiyonu, Charmeleon-Charmander-Charizard üçlüsünün Charizard’ı gibi. Sadece var olmamış bir olayı ya da olay sıralamasını anlatmakla kalmayıp, mekânı ve gerektiğinde zamanı da bu dünyadan başka bir yere taşıyan bir anlatı tarzı, insanoğlunun nihai kibri bir anlamda. Bu kadar doğa üstü bir yerde geçen her öykünün de kaçış edebiyatının doğası gereği iyilere her zaman kazandırması beklenir aslında. Gandalf mutlaka geri döner, Frodo Shire’da huzurlu bir yaşamı hak eder, gerçek kral Aragorn tahta oturur, Sam mutluluğa kavuşur ve her biri son saniyede de olsa mutlaka kurtulur, günahıyla sevabıyla.