Zülfikar, giderek sevmeye başladığım bir karakter. Ondaki acının merkezini arıyoruz durmadan. Ve o acı, çocukken uğradığı işkenceymiş. Olayın siyasi yanına çok dokunmadan ne denilebilir bilemediğim için konunun kıyısından geçmeye çalışacağım. Zülfikar, işkencecisinin Çiğdem’in babası olduğunu fark ettiğinde çocukluğunun kuyularına fırlatıldı. Evi basıp o adamın alnına silahı dayadı ama öldürmek için değil, sadece suçunu hatırlatmak ve kabul ettirmek ve anlattırmak ve çocukluk yarasını bir şekilde iyileştirmek için. Neyse ki Sefer gelip aldı onu, yoksa büyük rezillik yaşanabilirdi.
Oyunculuklar meselesine ve hikâyede birkaç GARİP noktaya parmak basacak olursak, en mühimi olarak Sema’nın annesinin öldüğü sahnedeki hemşirenin tepkisinin ultra absürt oluşu gösterilebilir sanırım. O nasıl komikti, o nasıl (yazar burada kötü bir sözcük kullanmamak için elini klavyeden uzak tutuyor birkaç dakika) kötü oyunculuktu? Figüranlar, yardımcı oyuncular, herkes mühimdir bir projede. Ve biri öldüğünde kimse evdeki yumurtanın eksik oluşunu fark etmiş ev hanımının markete gidişi gibi birinin öldüğünü haber vermez diğer hemşirelere! O nasıl işti? Bir diğeri de Ayşegül’e telefonunu veren gardiyan hanım, onu da hiç mi hiç sahici bulmadım. Bulamadım.
Poyraz’a en çok Ümran Hanım’ın sırrını açık ettiği için kızdım.
Canan Hanım ve Ünsal Özbakan’a Begüm’e olan tepkilerinin ayarını kontrol edemedikleri için sinirlendim.
Hapishane meselesini içeridekilerin hepsini CİCİ insanlar olarak gösterdiği için sahici bulmadım. (Burada kesinlikle hapishanedeki herkes kötüdür demiyorum ve fakat on kişinin onu da iyi değildir elbet- öyle değil mi? Biraz gerçekçi olalım.)
Son iki bölüm, gerçekten sinirlendim!
Şimdilik bu kadar efendim.
Yoksa sinirlerim tel peynir kıvamına gelecek ve ben çıldıracağım.