Kahraman arketipini yıkmak, yıkmakla kalmayıp yerle bir etmek, ezip üstünü çiğnemek Game of Thrones’un en sevdiği iş. Jon Snow Stannis’in de yıkılışından sonra elimizde kalan tek gerçek kahramandı. Anne sevgisiyle tanışmamış, gittiği her yerde piçliğiyle alay edilen, tüm ailesini geride bırakmış, zor ama doğru kararları alan, yakışıklı, iyi dövüşçü, underdog kahramanı.
Ama bütün o kendimizi özdeşleştirebildiğimiz vasıfların ve erdemlerin bir karşılığı yok. Hiçbir zaman da olmadı. En fantastik olmayan, gerçekliğe amansızca tutkun, hatta fantastikten ve fantezinin getirdiği her şeyden nefret eden bir fantezi dizisi karşımızdaki. Sanki olmayan bir dünyada karakterler ve mekanlar yaratılmış, hepsine bazı özellikler ve işin garibi fazlasıyla insani özellikler yüklenmiş ve hiçbir dış müdahale olmadan öylece bırakılmış gibiler. Jon Snow’un ölmesi hikaye anlatıcılığı açısından garip bir tercih, ancak öldürülmüş olması gerçekten sürpriz mi? Katillerin ve tecavüzcülerin olduğu bir orta çağ hapishanesinde hepimizde olduğunu zannettiğimiz erdemlerine tutunarak, bin yıllık düşmanı kapılardan içeri sokan, güç odaklarının ayağına basan ve en kötüsü de doğru şeyleri yapmaya çalışan bir karakter Jon Snow, hem de insanlarla çevrilmiş bir karakter.
Bu tür kahramanlar bırakın bahsi geçen ortamı, en medeni bulduğumuz yerlerde bile hayatta kalamazlar. Hep bir soyut güce atfedilen silah tarafından hançerlenirler. O soyut gücün ismi her zaman değişir ama hepimizin içindedir, hepimize kodlanmıştır: Vatan için, dinim için, namusum için, şerefim için…
Nöbet için.