Sibel ve Yiğit, zorunlu evliliklerinin ardından zorunlu balayılarına da gittiler. Demiştim ki; Yiğit bir kere hatırladı, sonrası yangın. Hakikaten de öyle oldu. Yiğit, Sibel’i bir kere hatırlamıştı. Artık ona sahip olmanın nasıl bir his olduğunu, ona olan aşkının hayatında nasıl yer ettiğini, onu özlemenin ne demek olduğunu hatırlıyordu Yiğit. Sibel, zaten hiç unutmamıştı. O gece, o odada her şey konuşulsun istiyordu. Yiğit’in, kendisinden neyin hırsını aldığını bilmek istiyordu. Aşk ve nefret arasındaki bağ, pamuk ipliğine bağlı değildi. Yiğit, aşk duvarını aşıp nefrete nasıl koşmuştu bilmek istiyordu. Haksız da değildi. Sibel konuştu, anlattı, ağladı, hatta yalvardı. Peki, Yiğit ne yaptı? “Yalvarırım dokunma bana, dayanamıyorum artık,” diyen kadınla sevişti ve ertesi sabah “Dün geceyi unutalım,” klişesini sürdü öne… Ve sonrasında da hiçbir şey olmamış gibi davrandı, sanki Sibel’e kendisini teslim etmemiş gibi… Sibel ise gitmeye karar verdi, sevdiği adamın kendisini hor görmesine dayanamıyordu. Haklıydı. Sibel, kendisi mi vazgeçer gitmekten yoksa Yiğit mi durdurur bilinmez ama sevdiği adana arkasını dönüp gitmeye karar vermek de her babayiğidin harcı değildir. Bakalım Sibel’e karşı ördüğü o duvarı daha ne kadar sağlam tutabilecek Yiğit, zira zangır zangır sallanıyor. Yiğit’in kalbi çözülüyor ama umarım Sibel’e tamamen teslim olmaya karar verdiğinde Sibel’in kalbi buz tutmuş olmaz. Gerçi olmaz ya, Sibel’deki Yiğit tutkusunun ateşi kolay kolay sönmez…