Yiğit, Sibel’in ölümünden sonra öyle amaçsız ve öyle bitmiş bir hale geldi ki… Vicdan azabı, Sibel’i ve doğmamış bebeğini kaybetmenin dayanılmaz acısı, suçluluk duygusu derken Yiğit tüm bunların altında un ufak oldu. Yaşadığı hayata baktı Yiğit… Ne kalmıştı elinde? Aile, aşk, huzur, mutluluk… Ne kalmıştı? Girdiği yol ellerine kan, kalbine pişmanlığın ve acının bin bir tonunu bulaştırmaktan başka ne işe yaramıştı? Güç ve parayla birlikte içinde büyüttüğü kibir ve gurur, tüm güzellikleri kaybettirmişti Yiğit’e. Annesini, âşık olduğu kadını, bebeğini… Ve bir karar aldı Yiğit. Zamanında “Sen ne istersen o olurum,” dediği kadının sesini duydu, “Çık bu dünyadan,” diyen sesini… Ve bu kez, geç de olsa, o sese kulak verdi. Her şeyi geride bırakmaya ve kendisine tertemiz bir hayat kurmaya karar verdi. En çok da pişmanlıkları silmek istiyordu hayatından, geçmişindekiler omuzlarına en ağır yükken yenilerini eklemek istemiyordu. Emir’e “Kübra’yı seviyorsan sahip çık,” derken sevdiği kadına sahip çıkamamış olmanın pişmanlığını yaşıyordu. Ah be Yiğit, kalbinin yerini hatırlamakta öyle geç kaldın ki… Şu kısacık hayatta o inatların ve gururun, aşkın ve sevginin önüne geçmemesi gerektiğini öyle geç anladın ki… Bu zararın dönüşü hiçbir zaman kar olmayacak. Ama olsun… En azından eskiden olduğu adamı hatırladı, o adama doğru bir adım attı. İçinde bulunduğu bataklık onu yine dibe çekse de, en azından denedi ve istedi.