Geçtiğimiz röportajımızda Gülpare ve Cengiz’in bir geleceğinin olup olmadığını sormuştum ve “Cevabı romanda!” yanıtını almıştım. Bu aşamada gerçekten büyük bir sürpriz bekliyor okuru! Gülpare’nin dünyası çok küçük ve sıradan görünüyor ama aslında aynadaki yansıması o dünyadan çok daha büyük, çok daha uçsuz bucaksız… Aslında Cengiz’in, bırakın Gülpare’yi, kendisine bile yetemeyen bir adam olduğunun da farkında. Peki, Gülpare’nin bildiği şeyi kabullenmesi neden bu kadar uzun sürüyor? Alışkanlık mı, vicdan azabı mı, aşk kırıntıları mı?
Hepsi, en çok da emek… Yine romandan, Gülpare’nin ağzından yanıtlayayım bu soruyu: “Aslında içim yanıyordu. O kadar canımı sıkmasına, düzenli olarak hayallerimi yıkmasına, tutarsızlıklarına, beyaz-pembe-mor yalanlarına rağmen sevmiştim ben bu adamı ya, hem de sekiz sene. Belki bir süre sonra ondan ziyade ona verdiğim emeği sevmiştim. Çoğu kadının düştüğü tongaya düşmüştüm işte, olmayacak bir adama âşık olmuş, o kadar emek verdikten sonra da olmazlığını kendime bile itiraf edemez hâle gelmiştim. Bizimkiler de bu ilişkiye karşı diye biraz da hırs yapmıştım belki. Öyleydi, böyleydi, neyse neydi... Ben de insanım işte, ne var! İnsan hata yapar, insan yanlış kişiyi sever, bazen da doğru kişiyi yanlış sever, emekler itinayla boşa gider, ömür dediğinin yarısı kafadan ziyan zaten, ne yapalım! Hatanın bir yerinden dönmek lazımdı ama, son günlerde olanlarla Cengiz, bendeki, babamın deyimiyle istiap haddi’ni, eh nihayet, doldurmuştu. Hâlâ içim elvermiyordu ama artık ayrılmaktan başka çaremizin olmadığını biliyordum.” (s. 439) Gülpare öyle güzel anlatmış ki, ben de ondan güzel anlatamam herhalde! :)