Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
RÖPORTAJ
Ruhumun Aynası: Gökkuşağı gibi bir hikaye

Ruhumun Aynası, iki kadının hayatındaki değişimleri ve virajları anlatan bir roman. Siz Gülpare ve Elçin’i nasıl bir elekten geçirdiğiniz? Apayrı iki dünyaya ait iki kadını böylesine harmanlamak kolay olmasa gerek.

Bir önceki soruya verdiğim yanıtta gizli galiba bunun da yanıtı. Hem hayatta hem edebiyatta rastladığımız ve doğru bir hikâye içine yerleştirildiğinde her zaman işleyen bir ikilikten yola çıktım: Gece ve gündüz gibi, birbirine çok zıt ve birbirini tamamlayan iki karakterden. İkisi de çok iyi tanıdığım, çevremden bildiğim kadınlardı, hatta benim içimde de her ikisi de var. Mesela çok okuyan bir çocuktum, 5-18 yaş dönemim kitaplar arasında geçti neredeyse tamamen, dünyayı önce onların merceğinden gördüm. Sonra daha üniversitedeyken hızlıca TV sektörüne atıldım ki insana hanyayı konyayı, reel dünyada kazın ayağının kaç değişik açıyla durabileceğini en iyi öğreten sektörlerden biridir bizimki. Yani hem Elçin’i hem de Gülpare’yi anlıyor, seviyor ve içimde barındırıyorum. Gözlemlerimle besleyerek, ta içimden tanıdığım o iki kadını anlattım.

Hikâye 35’lerinde, yani hayatının ortasında iki kadının hikâyesini anlatıyor ama bununla sınırlı kalmıyor. Elçin ve Gülpare ile yaşımızın, çevremizin ve hayatımızın çok farklı olmasına rağmen onlar beni anladı, ben onları anladım. Sizce bunun temel nedeni nedir?

Yine bir “ne mutlu bana!” sorusu. Zira Elçin’le Gülpare benimle aynı yaş dönemindeler, otuzların ikinci yarısı. Ama hikâyemi anlatırken sadece otuzlu yaşlardaki kadınları değil, kadın erkek her yaştan okuru ilgilendiren bir şeyler olsun istedim içinde. Bizim hayatımızda çok fazla ikilik var, zıtlıklarla kurulu bir ülkeyiz. İstanbul’un bile iki yakası var, yaşadığın yerlere sözlük anlamıyla karşı kıyıdan bakabiliyorsun. Mahallesi, Bebek’i, psikoterapisi, aşkı, aşksızlığı, işi, işsizliğiyle gerçek ve güncel bir harman var romanda. Hayatla yakın temas halinde hikaye ve karakterler, özdeşleşilebilirlikleri de sanırım oradan geliyor.

Elçin’in hikâyesi, arka arkaya patlayan mayınlardan kaçar gibi başlıyor. Beykoz, onun için sınırın diğer tarafı… Birçok büyük şoku arka arkaya yaşadıktan sonra düşüyor Beykoz yollarına… Peki, bu şokları yaşamasaydı yine de bir şekilde bu yola girer miydi? Ya da “Elçin alıştığı hayatına o kadar konsantreydi ve belli bir standarda öylesine alışmıştı ki gerçekten bu kadar büyük şokları arka arkaya yaşaması gerekiyordu,” mu dersiniz?

Evet gerekiyordu. Romanda Gülpare’nin söylediği bir şey var: “İnsan başkalarının hayatına bakıncabazı şeyleri şıppadanak görebiliyor. Duygu girmiyor çünküo zaman işin içine, zaaf girmiyor. Bir nevi hipermetropluk durumu:Uzaktaki her şey, herkes gayet net ama kendinle alakalışeyleri tam seçemiyorsun. Aleme gözlerin velfecri de, kendinekörsün, kör” diyor (s. 205)Kendi hayatımızla ilgili bir mesafesizlik sorunumuz var, hayatımızın fazlasıyla içindeyiz, haliyle. Bir noktadan sonra alışkanlıklar, olanı olduğu gibi sürdürme uğraşısı, bir ezberden yaşama hali hayatımızın yüzde doksanını oluşturabiliyor. Bu, sorunları görmemizi engeller hale geldiğinde bakış açısını, hatta manzarayı da değiştirmekte yarar var. Elçin işte kendine, hayatına uzaktan bakmasına neden olacak şeyler yaşıyor. Bunun sonucunda da düşüyor Beykoz yollarına…

Aynı şey Kemal ve Bora arasında seçimde de söz konusu aslında… Bora, Elçin’in yıllardır süregelen düzeni… Ne kadar eksik ve ne kadar kusurlu olursa olsun. Kemal ise tamamen alışılmışın ve Elçin’in dışında bir adam… Yeni hayat, yeni aşk… Bir nevi Elçin’in Beykoz’daki hayatının mührü diyebilir miyiz Kemal için?

Mühür kapatan, kilitleyen bir şey, onun yerine, hani pek romantik bir benzetme değil ama kilidi kıran levye diyebiliriz!Kemal Elçin için, Elçin de Kemal için böyle… Hani hep deniyor ya, “bana yakışan, bana uygun bir adam/kadın.” İşte aşk bir giysi olmadığı için, üstümüze dar geldiğinde, artık kalbimizin hiçbir ihtiyacını karşılayamaz hale geldiğinde çıkarıp atamıyoruz üstümüzden. Elçin’in Bora’yla ilişkisinde durum bu. Alışkanlık çok güçlü bir şey. Aşk doğası gereği “devrimci”dir, yıkıcı bir yanı vardır, Cemal Süreya’nın şiirinde muhteşem bir muziplikle anlattığı gibi. Çok güçlü bir duyumsama halidir, o yüzden aşkın ilk zamanlarında “yaşadığımı hissediyorum,” gibi sözler ederiz. Ruhumun Aynası zıtlıklar, karşılaşmalar, hayatın planları alt üst eden sürprizleri ile ilgili bir hikâye. İşte o karşılaşma anlarında kalp açıksa içeriye tüm alışkanlıkları alt üst eden biri girebilir, onların aşkı da öyle gelişiyor… 

Geçtiğimiz röportajımızda Gülpare ve Cengiz’in bir geleceğinin olup olmadığını sormuştum ve “Cevabı romanda!” yanıtını almıştım. Bu aşamada gerçekten büyük bir sürpriz bekliyor okuru! Gülpare’nin dünyası çok küçük ve sıradan görünüyor ama aslında aynadaki yansıması o dünyadan çok daha büyük, çok daha uçsuz bucaksız… Aslında Cengiz’in, bırakın Gülpare’yi, kendisine bile yetemeyen bir adam olduğunun da farkında. Peki, Gülpare’nin bildiği şeyi kabullenmesi neden bu kadar uzun sürüyor? Alışkanlık mı, vicdan azabı mı, aşk kırıntıları mı?

Hepsi, en çok da emek… Yine romandan, Gülpare’nin ağzından yanıtlayayım bu soruyu: “Aslında içim yanıyordu. O kadar canımı sıkmasına, düzenli olarak hayallerimi yıkmasına, tutarsızlıklarına, beyaz-pembe-mor yalanlarına rağmen sevmiştim ben bu adamı ya, hem de sekiz sene. Belki bir süre sonra ondan ziyade ona verdiğim emeği sevmiştim. Çoğu kadının düştüğü tongaya düşmüştüm işte, olmayacak bir adama âşık olmuş, o kadar emek verdikten sonra da olmazlığını kendime bile itiraf edemez hâle gelmiştim. Bizimkiler de bu ilişkiye karşı diye biraz da hırs yapmıştım belki. Öyleydi, böyleydi, neyse neydi... Ben de insanım işte, ne var! İnsan hata yapar, insan yanlış kişiyi sever, bazen da doğru kişiyi yanlış sever, emekler itinayla boşa gider, ömür dediğinin yarısı kafadan ziyan zaten, ne yapalım! Hatanın bir yerinden dönmek lazımdı ama, son günlerde olanlarla Cengiz, bendeki, babamın deyimiyle istiap haddi’ni, eh nihayet, doldurmuştu. Hâlâ içim elvermiyordu ama artık ayrılmaktan başka çaremizin olmadığını biliyordum.” (s. 439) Gülpare öyle güzel anlatmış ki, ben de ondan güzel anlatamam herhalde! :)

Gülpare ve Ozan arasında yaşanan şey gerçekten çok özel… Tutkunun yanında derin bir dostluk da barındırıyor. Gülpare ve Ozan’ı “hayatta olmazlar” listesinden çıkarıp “bal gibi olur” listesine altın harflerle yazdıran nedir sizce? “Zıt kutuplar birbirini çeker” mi dersiniz?

Evet öyle bir şey var biraz ama bu yeter şarttır diyemeyiz, zıt kutuplar birbirini perişan da edebilir yani insan ilişkilerinde. Salt bir zıtlıktan çok, ruhlarda bir benzerlik ama karakterde, tarzda, ritimde dengeleyici bir farklılığın daha iyi olduğunu düşünüyorum ben. Mesela siz çabuk parlayıp çabuk sönen birisinizdir, karşı taraf da aynen sizin gibi olursa ilişkide minik minik yangınlardan göz gözü görmez olur… Ya da iki taraf da bir küstü mü on gün ağzından laf alınamayan cinsten olursa, seyreyle pasif agresyonu! Bu açılardan zıt olmak iyi olabiliyor. Karakteriniz gibi ilgi alanlarınız da çok farklı olabilir ama hayatta değer verdiğiniz şeyler birbirinden çok farklıysa o zaman sıkıntı vardır işte. Gülpare ve Ozan, Kemal ve Elçin gibi, hayatta temelde benzer şeylere değer veren insanlar. Birbirlerine iyi gelen insanlar ve çok da güçlü bir çekim var. Ama tabii her iki ilişki de güllik gülistanlık değil, bir dünya engel var önlerinde. “Bal gibi olur”u gördük, “olur ama bakalım nasıl olur”u da devamında göreceğiz…

Ruhumun Aynası’nın en renkli karakterlerinden olan Altan ve Arzu’ya da başka bir pencereden bakma şansı yakalıyoruz romanda… Salt kötü diyebilir miyiz Altan ve Arzu’ya?

Altan ve Arzu hikâyenin karanlık karakterleri ve kötücül yanları belirgin olarak var ama elbette salt kötü diyemeyiz. Şu an oldukları kişi olmalarının nedenleri, kötücüllüklerinin bir hikâyesi var, anlatılıyor romanda… Ruhumun Aynası farklı türlerin özelliklerini harmanlayan bir roman, romans da var içinde, yer yer gerilim de. Bunları bir arada tutan da temelde bir mizah var. İşte Altan ve Arzu bu yapıda önemli karakterler. İkisi de “hem yara hem bıçak” tabir edilebilecek türden, kendileri de zamanında çok acı çekmiş, sevmeyi, güzel sevmeyi bilmeyen, o yüzden de acı çektiren karakterler.

1 2 3
YORUMLAR



DİĞER RÖPORTAJLAR