Televizyon ekranlarında renkli görüntüye yeni yeni alışmaya çalışırken, dizi denince dağarcığımızda Charlie’nin Melekleri ve Perihan Abla’dan ötesi yokken girmişti hayatımıza Twin Peaks. Devasa köknarların ve Kırmızı Oda’nın gerçek renklerini siyah, beyaz ve grinin tonlarının ötesinde görmek güzeldi. Her Pazar akşamı sağ gösterip sol vuran Twin Peaks’in nasıl bir şey olduğunu, neden koşulsuzca içine çekildiğimizi anlamaya çalışırken de gidiverdi ekranlardan.
Twin Peaks’in küçük-büyük tüm hikayelerini hatta kimi zaman sizi alıp büyülü bir yere götüren, kimi zaman saçmalık derecesinde garip bir yere taşıyan, diziye ismini veren kasabayı ters yüz eden bir olayla başlamıştı her şey. Neredeyse tüm kasaba ahalisinin hayatına bir şekilde dokunan, lise öğrencisi Laura Palmer’ın plastiğe sarılı cesedinin kıyıya vurmasıyla.
Laura Palmer’ın kasabanın üzerine bir sis gibi çöken acılı hikayesi diziyle beraber açılıp büyüdükçe, hiçbir zaman görmeyeceğimiz varsayılan bu karakter de üzerine kitaplar yazılan bir pop kültür şehitine dönüştü. Laura Palmer’ı, hikaye örgüsünü ilerletmek için diziye eklenen bir numaradan trajik bir anti-kahramana, bir başrole dönüştürmek isteyen dizinin yaratıcısı David Lynch, dizi sona erer ermez bu bahtsız lise öğrencisinin filmini yapmaya karar verdi.
David Lynch 25 yılda bize neler öğretti?
Twin Peaks’in iki sezonun sonunda ekranlara veda etmesinden hemen sonra sinemalara gelen Twin Peaks: Fire Walk with Me, dizi boyunca Laura Palmer hakkında öğrendiklerimizi (Lynch sinemasında ne kadar olabilirse) kronolojik bir anlatıma dönüştürüyordu. Laura Palmer’ın son yedi gününü anlatan filmde, dizinin güldüren, gülümseten, gevşettiren bölümlerinden hiçbirisi yoktu. Dizide dolaylı olarak öğrendiğimiz tecavüz ve ensest, filmin merkezinde, tüm çıplaklığıyla karşımıza çıkıyordu.
Laura Palmer ete kemiğe büründü ama David Lynch için bedeli ağır oldu. Film, prömiyerini yaptığı Cannes’da yuhalandı, tek bir ağız olan eleştirmenler filmi yerin dibine geçirdi. David Lynch’in en az ciddiye alınan, en sevilmeyen filmi, Twin Peaks kasabasının ve Laura Palmer’ın hayranları için ise başucu filmlerinden oldu. Hayranlar, birbiriyle bir araya gelmeyen parçalara, rahatsız edici imgelere, nereden geldiği belli olmayan sahnelere hiçbir zaman takılmadı.
Hayranların Twin Peaks: Fire Walk with Me filmini bağrına basması, aslında Twin Peaks hayranı olmanın nasıl bir şey olduğunu da çok güzel gösteriyordu. Yalnız izleyiciyinin değil, yönetmenin, yazarın ve oyuncuların hiçbir zaman eskimeyen heyecanı, zamanla daha da oturup büyüyen bağlılıkları, Twin Peaks’i çeyrek yüzyıl sonra yeniden ekranlara getirmeyi başardı. Laura Palmer’ın Ajan Cooper’a, rüyaların ve kabusların gayya kuyusu Kırmızı Oda’da “25 yıl sonra görüşürüz,” demesinden 27 yıl sonra yeniden ekranlar başına oturduğumuzda beklentimiz sanıldığından çok daha düşüktü.
Geçen 25 yılda David Lynch’in sanrılı, sancılı, rüyalar ve kabuslarla tanımlanan, başı sonu nerede belli olmayan sinemasını hatmetmiştik bir kere. Laura Palmer’ı kimin öldürdüğüne, Kırmızı Oda’nın bilinçaltının vücut bulmuş hali mi yoksa bir kara delik mi olduğuna kafa yormamayı çoktan öğrenmiştik. 27 yıldır o jenerik müziğini bir yerlerde duyunca büyük bir özlemle Twin Peaks'in çarpık ama çarpan dünyasına anında ışınlanan biz hayranlar cevap aramamayı öğrenmiştik.
Üçüncü sezonu bir hayran olarak izlemek
Üçüncü sezonun ilk saniyelerinde bizi karşılayan jenerikteki Twin Peaks’in büyüleyici mekanlarının arkasına bir de Kırmızı Oda’nın ateş rengi perdelerinin ve insanın başını döndüren zigzagların eklenmiş olması bile yetmişti bunca yıl bekleyişimize. Kırmızı Oda’nın ve tersyüz konuşan sakinlerinin daha da uçuklaştığını, bu öteki dünyanın daha da karmaşıklaştığını görmek, bu dünyayı bilmeyen bir izleyiciyi uzaklaştırabilecekse de, bizleri daha büyük bir heyecanla ekranlara yapıştırdı.
Yarattığı dünyaya kendimizi kayıtsız koşulsuz, sorgulamadan bırakmayı çoktan öğretmişti bize David Lynch. O sırada izlediğimiz her neyse, bir sonraki bölümde tamamen başka bir şeye dönüşebilir ya da hiçbir şeye dönüşmeyebilirdi. Tanıdık ve yeni karakterleriyle, üçüncü sezonun sıradan bir izleyici için fazlasıyla parçalanmış hikayelerinin arasında biz hayranlar için nostalji yolculuğundan çok daha büyük bir şeyler vardı: Ajan Cooper’ın parçalanan kimlikleri, kuantum orta yaş krizi ve dizinin her dakikasında ensemizde hissettiğimiz Laura Palmer’ın hayaleti.
David Lynch’in, çekim aşamasından gösterimden önceki son dakikaya kadar üçüncü sezonu neden büyük bir sır olarak sakladığını şimdi daha iyi anlıyoruz. Genç bir adam dakikalarca gözlerini boş bir cam kutuya dikiyor. Ajan Cooper çiçeği et parçası olan bir ağaçla sohbet ediyor. Kütüklü Kadın, Şerif Yardımcısı Hawk’a gizemli bir şekilde bir şeylerin kayıp olduğunu söylüyor.
Bunları aylar önce öğrenseydik ne olacaktı? Diziyle ilgili hiçbir şey öğrenmediğimiz gibi, bir yerlerden duyduğumuz sahneleri beklemeye başlayacak, kendimizi David Lynch’in en uzun, en beklenen rüyasına koşulsuzca bırakmayı unutacaktık. Ajan Cooper’ın rüyalarının ve kabuslarının yoldaşı Dev’in 27 yıl önce dedikleri biz Twin Peaks hayranları için yeter de artar bile: “It is happening again.” Yani, “yeniden gerçekleşiyor.”
EMRAH GÜLER