“Sevdiğiniz sakız yeniden moda olacak.” Aynı cümleyi, aynı gün içinde, David Lynch ve Mark Frost’tan iki ayrı tweette görmek, Twin Peaks’in kendisi gibi gerçeküstü bir deneyimdi tüm hayranlar için. Hayranların Twitter’ı çalkalaması çok uzun sürmedi. Twin Peaks, 25 yıl önce başka bir şeye dönüştürdüğü televizyona, evine geri mi dönüyordu?
Aynı gün içinde sevdiğimiz sakızın yeniden moda olacağını, Twin Peaks’in dokuz bölümlük bir mini dizi olarak 2016 yılında ekranlara döneceğini, dahası televizyon tarihinin en önemli dizisinin arkasındaki iki büyük ismin, Lynch ve Frost’un, diziyi yeniden canlandıracaklarını öğrendik. Öğrendik ve sevindik. Twin Peaks hayranları olarak, çok sevindik.
Twin Peaks hayranı olmak ne demek? Twin Peaks’in nasıl 25 yıl sonra hâlâ aynı canlılıkla, aynı heyecanla pop kültürün çarklarını döndürmeye devam ettiğini açıklamak kadar zor bu sorunun cevabı.
Twin Peaks hayranı olmak kahveye, vişneli pastaya ayrı bir bakmak demek. Televizyonda sinemada hafif puslu, bol ağaçlı bir coğrafya görünce (bkz. Twilight, The Killing), buralar Twin Peaks kasabasına yakın bir yerler diye düşünmek demek. Sonra da bir yerlerden o jenerik müziğini bulup, yeniden dinlemek demek.
Twin Peaks hayranı olmak Laura Palmer’ı kimin öldürdüğüne hiç takılmamak, Annie’nin nasıl olduğunu merak etmek demek. Zig zag görünce, kırmızı perde görünce uykuya dalıp, rüya görme arzusuna kapılmak demek. Rüyaya yatıp, küçük bir adamdan hiç anlamadığınız, hiç anlamayacağınız sözler duymayı istemek demek. Anlamsızlığı takmamayı öğrenmek, kendinizi Twin Peaks’in büyülü anlamsızlığına koşulsuz bırakmak demek.
Rüya gibi geldin, ama birden yok oldun
Twin Peaks’in neden önemli olduğunun, nasıl 25 yıl sonra bile insanları heyecanlandırmaya devam ettiğinin arkasında belki de, öncesinde ve sonrasında televizyona benzer bir şey gelmemiş olması yatıyor. Twin Peaks’ten önce Blue Velvet’ta, yıllar sonra da Mulholland Drive’da gördüğümüz üzere, David Lynch rüyaları en iyi taklit edebilen birkaç insandan biri.
Rüyaların gerçeküstü doğasını gerçekçi bir anlatıya dönüştürmek değil sözünü ettiğim. Bilinçaltını bilinçle algılanabilecek bir şeye çevirmek de değil. Rüyaların karmaşık ama huzurlu akışkanlığını, hafızamızdan uçsa bile sonrasında bıraktığı tadı ve rüyaları sorgusuz kabullenişimizi anlatabilen birkaç isimden biri David Lynch.
Twin Peaks hayranı olmanın nasıl bir şey olduğunu da bu nedenle en iyi rüyalarla anlatabiliriz. Rüyaya yatmak, rüyalarla boğuşmak ve rüyadan uyanmakla. Birkaç saniye içinde tüm gördüklerimizi unutacağımız, yalnızca hissettirdikleriyle baş başa kalacağımız, rüyadan uyandığımız o andan çok da farklı olmayan bir deneyim Twin Peaks hayranı olmak. Kısacası, Twin Peaks anlatılmaz, hissedilir.
Peki anlatılsa, nasıl anlatılırdı? Twin Peaks’i popüler kültürün ve televizyon tarihinin en önemli olaylarından biri yapan şeyler nasıl sıralanırdı? İlk olarak, Twin Peaks’in belirgin bir hedef kitlesinin olmadığını, kimseye hitap etmediğini söylemek gerek. İkincisi de, herkese hitap ettiğini. Sonra, Amerikan rüyasının, ailesinin ve kasaba yaşamının çöküşünü, John Updike ve Tennessee Williams’la yarışacak şekilde neredeyse bir mitolojiye dönüştürdüğünü atlamamak gerek.
Baykuşlar (ve insanlar) göründüğü gibi değil
Twin Peaks kasabasıyla ilgili ilk izlenimlerimiz karanlık gökyüzüne uzanan ağaçlar, şelaleler, tepelerin arasına sıkışmış gölle zamanın unuttuğu, kasvetli ama huzurlu bir yer. Dizi, plastiğe sarılı bir cesedin göl kenarına vurmasıyla başlıyor. Lise öğrencisi Laura Palmer’ın cinayetini araştırmak için kasabaya çocuk ruhlu, karizmatik bir FBI ajanı geliyor. Ajan Cooper’la beraber 51.201 kişilik nüfuslu bu kasabanın sakinlerini tanımaya başlıyor ve Twin Peaks kasabasında hiç kimsenin, baykuşların bile, göründüğü gibi olmadıklarını görüyoruz.
Kütüğünü yanından ayırmayan kadın, korsan gözlü perde takıntılı Nadine, ağlarken şarkı söyleyip dans etmeye başlayan Laura Palmer’ın babası, kot ceketli kötü ruh BOB’ı tanıyor, en normal gözüken kasaba sakininin bile karanlık birer dünyaları olduğunu öğreniyoruz. Kasabanın örnek kızı, hakiki ‘prom queen’ Laura Palmer’ın kirli sırları birer birer ortaya çıktıkça, Twin Peaks ahalisinin eteklerindeki de dökülüyor.
Metaforik mi, gerçek mi anlayamadığımız paralel evrenlerden oluşan Twin Peaks kasabası (ve dizisi), kim-kiminle-yatıyor, büyüme sancıları, dedektiflik, absürd komedi gibi alışık olduğumuz motiflerin hepsini ekrana taşırken, Lynch-vari bir şekilde bunların hepsini bambaşka kılıflara büründürüyor. Bir de, tabii, Twin Peaks öncesine kadar kanlı bıçaklı olan sanat sineması ve ‘primetime’ televizyon yollarını birleştiriyor.
Twin Peaks, 1991 yılında iki sezon ve 29 bölümden sonra televizyona veda ediyor. Yıllar sonra gelecek The X-Files, Six Feet Under, Pushing Daisies, Lost, The Killing gibi dizilerin özgürce ilerleyebilecekleri yolu açarak gidiyor. Bir dizi Twin Peaks’ten gerçeküstü anlatımı alıyor, bir diğeri garip karakterleri. Başka bir dizi farklı türleri bir araya getiriyor, bir diğeri tüm sezonu bir cinayete ayırıyor. Kimi başarılı oluyor, kimi unutulup gidiyor. Hiçbiri Twin Peaks olamıyor. Şimdi Twin Peaks geri dönüyor. Biz hayranlar için rüya gerçek oluyor, gerçek rüya oluyor. Kırmızı odada görüşmek üzere.
EMRAH GÜLER