HBO'nun inanılmaz polisiye dizisi True Detective birçok seveni ve takip edeni olmasına rağmen, üzerine yapılan fikir tartışmalarında kişileri sığlığa mahkum eden bir yapıya sahip. Hemen herkes dizinin bir dedektif hikayesi olduğundan emin olduğu ölçüde, eleştiri ve analizlerini bunun üzerine inşa ediyor ve bana kalırsa bunu yaparak dizinin asıl anlam dünyasını görmezden geliyor. Oysa dizi dedektiflerin sırrını çözmeye çalıştıkları cinayetler ve bu cinayetlerin izlerinin sürülmesi meselesini ikinci plana atıyor, hatta bu meseleyi aslında yem olarak kullanıyor. Yaratıcı ve senarist Nic Pizzolatto'nun görünürde alengirli bir hikaye anlatırken, arkada daha derin şeyler anlatmak istediği çok açık ve Pizzolatto'nun mahareti bunu yeknesaklaştırmadan katmanlara ayırabilmesinde yatıyor. Dolayısıyla diziyle ilgili yorumda bulunurken Sherlock Holmes'vari; cinayetlerin, ipuçlarının izini sürenler başka bir dünyanın peşinden koşarlarken; daha derinde bir şeylerin döndüğünü hissedenler dizide bambaşka dünyalar görebiliyorlar.
Dizi bu iki tip izleyici grubunu aynı derecede memnun edemiyor, ama özellikle ilk grubun diziye burun kıvırması bu yüzden. Çünkü onlar biraz CSI, biraz Sherlock Holmes, biraz daLost gibi bir karışımın peşindeler. Oysa bana kalırsa dizinin bu grubu tavlaması bile büyük bir hüner çünkü örneğin bu dizinin aslında Bir Zamanlar Anadolu'da'dan hiçbir farkı yok. Nuri Bilge Ceylan nasıl "bir ceset bulunur ve otopsisi yapılır" diye özetlenecek bir durumdan insan hayatının dehlizlerine inen ama o coğrafyaya ait bir hikaye anlatıyorsa, True Detective de "katilin peşinden koşan dedektifler"den ziyade, yine o coğrafyaya ait, hayat/inanç/ilişkiler bağlamında bambaşka bir hikaye anlatıyor. Hatta tuhaf ama filmle dizinin afişleri nerdeyse tamamen aynı:
İsmail Yaprak
29/04/2014 10:25