Benim Adım Gültepe’nin yayından kaldırılması benim için sürpriz değil. Üzüldüm, o ayrı. Formülleri düzgün kurmak önemli. Tutan formülün üstünden yürümek daha da önemli. Ezber bozmaya, değişik bir iş çıkarmaya, yapılmayanı yapmaya çalışırsanız işiniz zor. Belli kalıplar yıkılmıyor burada çünkü. İstikrarın, aynılığın, tutmuşluğun ülkesi burası. Eğer Gültepe gibi detaylara önem veren bir dizi çekecekseniz Ezel’in yolunda gitmeli herkes. İntikam hepimizin anlayabileceği bir konu, döşersiniz altına intikam hikâyesini, soğuk soğuk yedirtirsiniz onu, sonra koşarsınız ayrıntının peşinden. Ya da en basitinden: Nazlı’yı Seyfi’nin mahallesine değil, Seyfi’yi Nazlı’nın mahallesine gönderirsiniz, oradan bir aşk çıkartırsınız. Biz fakir mahallesinde yaşanan günlük olaylar görmek istemiyoruz, onu her gün yaşıyoruz çünkü. Zengin mahallesinde lüks villalarında oturanlar nasıl dertler çekiyor, bizim kadar mutsuz oluyorlar mı, bizim gibi “yarın hangi motivasyonla işe gideceğim?” diye düşünüyorlar mı onu merak ediyoruz. Zengin hayatı ne tür çilelerle dolu, lüks arabalarında ne kadar çok ağlıyorlar onu bilmek istiyoruz, bunu izlerken de bizim mahallenin çocuğu Seyfi’yi takip etmek istiyoruz, sorunlarımızdan kime ne, zenginler gibi sorunlarımız olsun istiyoruz. Televizyonda sadece dikizcilik olsun, gerisi mühim değil.
BenimAdım Gültepe final bölümünü çekmiştir çoktan, muhtemelen de final olacağını bilmeden. Benim yine de bir önerim var: Son bölümde mahalleyi arkadaşının arkadaşından duyan bir kanal yöneticisi gelsin ortama. O gençlerin hayatını izlesin, Gülümser’in çektiklerini dinlesin, Meziyet’in çorbasından içsin, Takoz’un yaptıklarını duysun. Uzun uzun. Gece Kordon Balıkçısı’nda kadim bir dostuyla fakir mahallelerin çektiklerinden dem vursun, Gülali’nin güvercinlerine anlam yüklemeye çalışıp, Gülali’nin ismiyle dalga geçsin. Ertesi sabah başak sarısı renkli, üstü açık otomobiliyle Eşref’e gidip “Ben sizin mahalleyle ilgili dizi çekmek istiyorum,” desin, en sonunda da bütün mahalleden dayak yiyip, pılıyı pırtıyı toplayıp kaçsın oradan. Bölümü de Haneke çeksin. Türkiye’yi geçtim, dünya tarihinin en tatlı finallerinden biri olmaz mı?
Renée Zellweger’e olanları görmüşsünüzdür muhtemelen. Allah tamamına erdirsin, nasıl olduğuyla çok bir ilgim yok açıkçası. Küçüklüğümden bu yana kadına hakikaten temelsiz bir nefret besliyorum. Bridget Jones’u izlemedim, Cinderella Man’i seyrederken kadın her sahneye çıktığında tüylerimin ürperdiğini hatırlıyorum, Chicago’yu izlemedim çünkü müzikal, Jerry Maguire’ı sevmiştim oysa ki. Ekranda görmeye tahammül edemediğim, bu kadar fobik hale getirdiğim başka kimse yok. Nedenini merak ediyorum. Psikanalize ihtiyacım var sanki.
Türkiye’de bazı dizilerin niye izlendiğini hakikaten çözemiyorum. En basit örneği Prison Break. Tek sezon olarak kurgulandığı belli olan (ve o sezonda çok iyi iş çıkaran), her sezonda gittikçe daha da dibe batan, battıkça çırpınmaması gerektiğini bilmeyen bir dizi. Ama Türkiye’de yabancı dizi izleyen kim varsa övüyor bunu anlamsız bir şekilde. Yıllardır Divxplanet’ın en çok indirilen altyazılar listesinde başa güreşiyor. Çekilecek hali yok hâlbuki. Bir diğeri de Spartacus. Buram buram stüdyo kokan ortamlarda çekilen, sınıf mücadelesini tamamen göz ardı edip sexploitation’ın dibine vurmuş saçmalıklar silsilesi. Zeyna’nın memeleri var diye sevdik sanırım. All hail Zeyna’nın memeleri. Bunların film versiyonu da 300 adlı primitif erkek egemenliği mastürbasyonu. Yeni temsilcisi de Gotham olacak gibi geliyor bana.
Haber kanallarımız hakikaten komik. Zaten hepsinin ağzına anlatmaları istenen şey dolduruluyor. Godfather afişi gibiler. Dolayısıyla habercilik kültüründen zerre nasiplenmemiş olmaları da kaçınılmaz son. Sarı Toz Alarmı isimli curcunaya denk geldiniz mi? dört yaşındaki bir çocuğun odasındaki oyuncakların neden ters yüz olduğunu anlatmaya çalışan bir iki yaşındaki çocuğu düşünün. Onu ciddi ciddi dinlediğinizi. Haberi izledikten sonra tam da o noktadaydım. Toz neymiş, sarısı neredenmiş, hangi başkonsolosluklara gönderilmiş, kim ne müdahale yapmış, şu anda durum neymiş, hastaneye yatırılanlara ne olmuş, örnekler nereye gönderilmiş, haberin kaynağı kimmiş; hiçbir şey yok ortada. Penguen işini beceriyorsanız oradan devam edin bence.
Ebola haberleri de aynı, CNNTürk, New York’ta Ebola şüphesiyle müşahede altına alınan doktorla ilgili zihin açan bir habercilik örneği sergiledi: Annelerin New York’taki çocuklarına gönderdikleri mesajları derlemişler meğer. Thank you CNNTürk. Anneler kim, o mesajlar nereden bulunmuş, doktor iyi mi, ne kadar zamandır orada, nereden gelmiş, hangi şüphelerle yatırılmış, başka vaka var mıymış önemli değil. Kimseyi galeyana getirmeye lüzum yok da haberciliğin de bir etiği var.
NBA yayın hakları için Disney ve Turner’la 2016-2017 sezonunda başlayacak yıllık yaklaşık 2,5 milyar dolarlık devasa bir anlaşmaya imza atarken, sezonun başlamasına üç gün kala Türkiye’de yayıncı kuruluşun kim olacağı hala belli değil. Geçtiğimiz sezon yayın haklarına sahip D-Smart ve CNNTürk’ün görüşmeleri devam ediyor ancak fiyatı yüksek buldukları ayyuka çıkan haberler arasında. NBA gibi Türkiye’de kendine bir alt kültür yaratmış devasa bir markanın ortada kalması kabul edilebilir bir durum değil. Daha da kötüsü ekranın en değerli figürlerinden Kaan Kural’ın maç yorumlarından mahrum kalma ihtimalimiz başlı başına bir skandal, yoksa buluruz izlemenin bir yolunu.
Zeyna güzel diziydi ama.