* Dizilerin süresi 90 dakikaya dayandığında, tüm sektörün katılımıyla ‘yerli dizi yersiz uzun’ eylemi yapılmış, soruna dikkat çekilmişti. Bu zaman zarfında kurulan Oyuncular Sendikası, Dizi Çalışma İlkeleri bildirisini yayımladı. Şimdi dizi sürelerinin bölüm başına 140 dakikayı bulduğunu görüyoruz. Uygulanabiliyor mu ilkeler?
Uygulanamıyor. Aslında herkesin bir araya gelip tartışması gereken ciddi bir konu bu. Oyuncular kendi keyifleri için böyle bir şey istiyor değil ki, işin kalitesi için böyle olmalı zaten. Dünyaca ünlü senaryo danışmanı Robert Mc Kee İstanbul’daki seminerinde senede 120 dakikalık 39 bölüm yazmayı “imkansız” olarak nitelendirmiş. Öyle gerçekten, bu işin standartları var; bence test edip görmüşler. Çok uzun zamandır konuşuluyor, bir araya da geliniyor ama bir noktada devletin el atması gerekiyor galiba. Ama acaba ülkenin içinde bulunduğu durumda ona sıra geliyor mu? Yani oyuncuların, dizi sektörünün sorunları ülkeyi düşündüğün zaman şımarıkça veya lüks bir şeymiş gibi gelebiliyor insanlara; inşaatlardaki durum daha vahim, madenler felaket denebilir, ki öyle. Ama ben diyorum ki, herkes kendi alanını temizleyebilir, alanına iş güvencesi, güvenlik standartları getirebilir. Böylece bir yerden bir şey başlamış olur. Keza sinema ve televizyon bu konulara değinmeli, bu alanlardaki çarpıklığın zaman zaman altını çizmeli, göstermelidir ama bunu yapmaya yüzü olması için önce kendi iş alanını düzenlemelidir.
Büyük bir sektörel sıkıntı, bunları konuşmak da insanlara zor geliyor bazen. Ama konuşulmalı, bunda kötü bir şey yok, bu siyasi, politik bir istek değil, işin kalitesini artırmak için gerekli bir aksiyon. Senaristlerin her hafta 140 dakikalık bir bölüm yazması çok zor. Hatta imkansız. Yönetmenin çekmesi, çekilen şeyin montajı, miksajı, müziği, ses tasarımı çok zor. Oyuncuların programlarında boş günler olabiliyor ama ekipler bilfiil her an sette. Olacak iş değil, aslında çok basit çözülebilecek bir şey. Olay reklam verene gelip, dayanıyor. Parayı takip etmek gerekiyor bu işte. Çözüm onlarsız olmaz kanımca. Beklenmedik bir şekilde çok iyi bir noktaya gelmiş bir sektör için bir dönüm noktası yaşıyoruz bence, ya çıta daha yukarılara çıkacak kalite olarak ya da yerimizde sayacağız. Bütün bunların sektörün tüm bileşenleriyle beraber tartışılması gerektiğini düşünüyorum.
* Dizi, film izleme platformu Netflix geldi, onun dışında da iki yerli platformumuz var artık. Ünlü oyuncuların bu yeni oluşumlar için hazırladığı dizileri biliyoruz, siz de yer alır mısınız böyle bir proje içinde?
Oradaki dünya umut edilen şekilde kurulursa tabii ki. Herkesin beklentisi, dünya standartlarında 45 dakikalık, 60 dakikalık diziler.
Aslında sorun sadece dizinin kaç dakika olduğundan çok hangi koşullarda ve nasıl bir süratle hazırlandığı. Yani çalışma koşulları ve standartları.
* Bu yeni platformların varlığını dizi sektöründe uluslararası standartları yakalayacağımız şeklinde yorumlayabilir miyiz?
O standartlara ulaşmak için öncelikle o kaliteye yol açan koşulların farkına varmamız lazım. Prodüksiyonlar birçok farklı departmanların eş zamanlı olarak çalışmasıyla hayata geçiyor. Bütün bu departmanlara hak ettikleri, ihtiyaçları olan sürelerin verilmesi lazım ki iş hatırı sayılır bir kaliteye ulaşsın. Sürat elbette ki bu işin doğasında var ekonomik nedenlerden dolayı fakat bu işin aynı zamanda bir de asgari bir standardı olmalı.
Senaryonun en verimli şekilde hayata geçebilmesi, oyuncunun ve yönetmenin performansının en üst seviyeye çıkabilmesi için sanat yönetimi, görüntü yönetimi, ses kayıt, ses tasarım ve miksaj, müzik vs departmanlarına hak ettikleri süreleri ve bütçeleri vermek gerekiyor.
Sistemin sağlıklı işleyebilmesinin ve kalitesinin yükselmesinin tek yolu da makul ve mantıklı çalışma koşulları, süreleri ve bütçelerinin sağlanmasıdır diye düşünüyorum.
Yani bu platformlar umarım bu koşulların oluşmasına önayak olurlar ve çabuk pes etmezler. Herkes çok umutlu.
İnsan işine kafayı takmışsa, işini iyi yapmak istiyorsa bir takım şeylerin engel olmaktan çıkması gerekiyor. Hep diyoruz ya bu ülkede çok güzel hikayeler var diye, evet var ama bu işin de bazı kuralları var. Bir oyuncunun belli saatten sonra belli şeyleri yapamama durumu söz konusu, bu şımarıklık da değil üstelik. Yaratıcılık başka bir konsantrasyon gerektiriyor, beyinle fiziğin bir arada çalışmasından söz ediyoruz. Bu engeller yaptığımız işe seviye kaybettiriyor, onu kıramıyoruz. Yoksa neden kırılmasın? Neden İsveç, Norveç dizileri ABD kanallarına uyarlanıyor? Bizden de çıkar, inanın olur ama bu koşullarda bir yere kadar olabiliyor. Aslında bu konu da eskidi ve çok konuşuluyor, konuşunca antipatik hale geliyorsun ama… Tepkiler de hep “O zaman yapma kardeşim,” şeklinde. Zaten çok az yapabiliyoruz bütün bu koşullardan dolayı işimizi. Neden az yapalım ki? Ben eğitimini aldığım, üzerine kafa patlattığım mesleğimi devamlı yapabilmek isterim. Ama bu iş haftanın altı günü gece 2’de eve gelip sabah 8’de çıkacak tempoya gelirse bunu devamlı yapmaya imkan yok. Ne bir yerden beslenirsin, ne kendi hayatın olur, ne de yaptığın iş yukarıda konuştuğumuz özgünlüğe sahip olur.
* Nelerden besleniyorsunuz?
Olmazsa olmaz kitaplar var, müzik var, film, oyun, konser var. Bunlar olmadan zaten zor. Gezmek, araştırmak, merak etmek, farklı alanlara ilgi duyup öğrenmek, insan tanıyıp sohbet etmek… Bebeklerle evde film izlemek, konsere gitmek, kitap okumak sekteye uğrayabiliyor bir süreliğine ama tabii o da insana başka şeyler katıyor, onlardan besleniyorsun. Orada 24 saat başka bir film oynuyor, bir küçük oyuncu sürekli performans halinde. Devamlı şaşırtıyor seni, ağlatıyor, güldürüyor... Bu kadar duygu silsilesi içinde geçen bir film zor olur zaten. Hayatla ilgili çok başka yerlere getiriyor insanı çocuklar. Onları izlerken ‘MERAK’ ı tekrar keşfediyorsun. Merakın insan için ne denli önemli bir motivasyon olduğunu anlıyorsun bir kere daha. Bakmak, açık ve hazır olmak, fark etmek, merak etmek, düşünmek ve öğrenmek...bunlarla besleniyor bence insan.
FOTOĞRAFLAR: SERKAN AKIN