James Gandolfini'nin, öngörülmüş Tony Soprano'dan çok daha fazlasına hayat verdiği kesin. Aynı şey muhtemelen karısı Carmela'yı oynayan Edie Falco için de geçerli. Yalnız, bırakın altı sezon ve 86 bölümü, bu görünürdeki güç, oyuncuların gücü, tek başına, bir dizinin anca bir bölümünü sonuna vardırır. The Sopranos'un esas gücünü "TV dizisi" coğrafyasında daha önce karşılaşacağımıza asla ihtimal vermediğimiz derinlik ve incelikler oluşturuyor
Asıl iş, "arka oda"da dönüyor (-kasap dükkânının arka odasını düşünelim). Dizinin yaratıcısı David Chase'in, ürettikleri "eser"e yaklaşımı, beklentileri ve baştan verdiği kararlar, "TV dizisi" şartlarını, evet, "tanıdığını" ama onlara tâbî kalmaya hiç niyetinin olmadığını ortaya koyuyor. Dizinin sonu, başta Chase, Sopranos yaratıcı ekibinin ürünlerini nereye yerleştirmek istediklerini kanıtlıyordu. (Hayır, sonu burada anlatmayacağım, bana yapıldığında çok sinir olurum!) Altı sezon boyunca değiştirilmeyen jenerik de, aynı şekilde, daha baştan, bize çok net söylüyordu: Bu, alışageldiğiniz türden bir dizi değil. Tony araba kullanıyor ve -New Jersey-New York arasında gidip gelen biri değilseniz size pek bir şey ifade etmeyecek- yerlerden geçerek evine varıyor. Hepsi bu! Arkada muhteşem bir müzik (dizideki müzik seçimi ve kullanımı başlı başına, üstüne inceleme yapılabilecek evsafta), sözleri Tony için yazılmış gibi (ama değil).
Şunu itiraf etmeliyim: Televizyonu anca sabaha karşı açıp oradan oraya zaplayıp doğru dürüst bir şey seyretmeden kapattığım bir dönemde bu jeneriğe rastladım. Tepkim şöyle oldu: Bu da nesi? Böyle TV dizisi olmaz. Dur hele, seyredeyim, bunda bir numara var. Sonra, kim nedir, ne olmaktadır, bilmeksizin bir bölümü izledim. O sırada TV'de dizi izlemeye hiç niyetim yoktu fakat aklım kaldı. Arasıra, rastladıkça takıldım, mafya işlerini, mafyozo tipleri hiç sevmememe rağmen diziye dair takdir duygularım giderek güçlendi. Sonunda, yakın zamanda, 86 bölümü beş günde izledim. Ve TV'den yarım yamalak izlediğimde güya tesbit edebildiğim şeylerin çok daha ötesine geçildiğini gördüm.
Bir anti-kahramanlar geçidi var ortada. Bencilliğin, hainliğin, düşüncesizliğin üst sınırları hakkında, nefreti cisimleştirenlerin haklı ve gayrımeşru güdüleri hakkında yazılmış makaleler okur gibi oluyorsunuz. Dizideki hiçbir karakteri kolay kolay sevemezsiniz. Fakat, bütün sahici sanat eserlerinde olduğu gibi, anlayabilirsiniz. Hattâ zaman zaman anlayış göstermeye meylediyorsunuz, sonra kötülük birden kendini hatırlatıyor.
İzlediğiniz her şeye alelacele hazırlanan bir TV sayfası sorumlusu gibi bakacaksanız, bu dizi, evet, ikinci sınıf bir mafya babasının palazlanma öyküsünü anlatıyor. Biraz dikkatli bakınca, bu öyküyü, aslında epeyce okkalı pek çok konuyu birarada tutan bir "vesile" gibi görmeye başlıyorsunuz. Dizi, Amerikan toplumuna, özellikle o toplumun İtalyan kökenli kesimine özgü psikolojik ve ideolojik handikaplarla uğraşıyor. Para ve statüye bağlı sorunlarla. Ergenlik problemleri, tutkusu kaçmış ilişkiler, evlilikler, "erkek gözünden kadın" gibi, bitmeyecek meseleler, "kadın gözünden güç sahibi erkek" gibi, girmekten pek hoşlanmadığımız alanlar, mafyalı bir hayatın çoğu zaman unuttuğumuz, yokmuş gibi yaptığımız tümsekleri, çukurları... Hepsi, sahiden bunlar üstüne düşünmek istiyorsak mâkûl ve TV dizisinin dinamizmini sekteye uğratmama anlamında meşru bir tarzda sahneye geliyor ve The Sopranos'un zengin âlemini oluşturuyor. Bu âlemde sık sık "para" üzerine düşünme fırsatı buluyoruz.