Bu ÖzetliYorum ne acı ki Philip Seymour Hoffman’ın ölümü üzerine oldu. New York bir pazar sabahı onun ölümüne uyanmışken, Girls’teki her karakterin yakınından ölüm bir hayalet gibi geçmiş, bölümün en eğlenceli diyebileceğiniz sahneleri yemyeşil mezarlık köşelerinde yer bulmuş, ve bunların üzerine 30 dakikalık bir dizi, sizi bir haftadır ölüm üzerine düşündürmüşse bu hüzünlü tesadüfü dile getirmekten başka bir şey elimden gelmiyor.
Philip Seymour Hoffman’ın öldüğü haberini telefondan duydum. Belki en gerçek hüznü o sırada, telefon başında yaşadım. Önce Twitter, sonra da The New York Times’da Lynn Hirschberg’in 2008’de kaleme aldığı, Hoffman’ın filmlerinden, oyunlarından ve diğer röportajlarından oluşan upuzun profili bir solukta bitirdim. 10 dakika sürmedi. Bir hayat, 10 dakika. Tüm filmlerini izlemediğim için yazının o konuyla ilgili yerlerini atlayarak okudum. Oyunculukla ilgili her biri tahtaya yazılıp her gün okunacak satırlar arasında gezindim. Hatta coolluğu bir hırka gibi giyinen oyuncuları eleştiren cümlesini anında Twitter’da paylaştım. Altın Küre konuşmasını bir çırpıda izledim. “Dizlerimin titremesini görseniz keşke,” diyor. Dizlerini görmemize gerek yok, eliyle başını ovuştururken elindeki kağıt titriyor.
NYT’deki yazı, ölümünden önce yazılmış başta da söylediğim gibi. Yaşıyor o sırada, tırnak içinde yazılanların her biri öyle canlı. Sonra yavaş yavaş diğer sitelere bakınıyorum. Vulture. En iyi performans videolarını yapmışlar. Kime göre? Capote’deki nefes alışlarını da yazmışlar mı, hapishanenin nemli duvarları gibi soluk alıp verdiğini. Sonra Gawker: “New York’taki evinde ölü bulundu”. Hemen, her yerde aynı cümle geçiyor. Twitter’da 911’a gelen ihbar mesajı paylaşılıyor. Apayrı bir hüzün, neden onu kolunda şırınga, polise gelen resmi evrak soğukluğunda bir mesajla hatırlayayım? Newsjunkie’lik hiç bu kadar saçma olmamıştı.