Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
RÖPORTAJ
Ali Aksöz: "Kenan, düşmüş melek arketipinden beslenen bir anti-kahraman"

Genç dizi oyuncuları genelde dibini görebildiğimiz bir havuzdan geliyor. Konservatuarcılar, Müjdat Gezen Sanat Merkezi talebeleri, mankenlik yarışması birincileri, çocukken elime saç fırçası alıp ayna karşısına geçerdimciler... Ali Aksöz işte bu menüde olmayan bir aktör. Hiçbir oyunculuk eğitimi almamış, ona sorarsanız yeteneğini FRP (fantasy role playing) oynarken yontmuş. “FRP’de sekiz kollu cüce bir büyücüyü oynadıktan sonra her şeyi oynarım gibi geldi” diyecek kadar da kendine güvenli.  Ama Aksöz’ü esas menü dışı kılan yapmadığı değil de yaptıkları: New York Film Akademisi’nde senaryo eğitimi almış, şu anda sinema-televizyon doktorası yapıyor; bir yandan ilk romanını yazmaya çalışıyor. Türkiye’nin “ kaçın satanistler geliyor” yıllarında Lost Library adında bilenler arasında efsane olmuş fantazi edebiyatı sitesini kurmuş, sözlüklerde yazmış...Şimdi de bu “nerd” CV’sine nanik yapar gibi Medcezir’de Yaman’ın ağabeyi Kenan rolünü oynuyor. Senaristler The O.C.’deki hikayeyi izleyip Kenan’la Mira’yı bir araya getirecekler mi bilmem, ama Aksöz’ün adını bundan sonra epey duyacağız gibime geliyor.

Röportajdan önce ilk baktığım yer Twitter hesabın oldu. Kendini 'writer, PhD, environmentalist, wanderer of the world, adventurer, media specialist' diye tanımlıyorsun. Listen epey eklektik ama aktörlüğün bahsi geçmiyor, MedCezir’den veya rolünden de bahsetmiyorsun.. Kendini aktör olarak görmüyor musun?

Henüz değil. Biyografimde bahsettiklerimi yıllardır yapıyorum, bu konularda çok iyiyim ve bu tabelaların altında durmayı hak ettim. Aktörlük için de bu noktaya gelmem gerekiyor.

Tatvan’da doğmuşşun, oradan Kırklareli’nde lise, İstanbul’da üniversite ve halen devam eden doktora, New York’da senaryo yazarlığı eğitimi... Acayip bir yol haritan var. Oradan buraya hikayen nasıl gelişti biraz anlatır mısın?

Tatvan doğum yerim, doğru. Annem ve babam Tıp Fakültesi birinci sınıfta tanışıp mezun oldukları zaman evlenmişler… Babam yedek subay, annem de sağlık ocağı doktoru olarak yaklaşık bir yıl orada yaşamış… Ve ben orada doğmuşum. Biraz evvel bahsettiğim, altında durduğumu söylediğim tabelalardan biri de seyyahlık. Ailemin doktor olmasından ötürü, ilkokulu üç farklı şehirde okudum. Küçük kasabaların tanınmışlık, ahbaplık, komşuluk gibi karakteristik özelliklerinden, uçsuz bucaksız ovalara çıktığımız keşif gezilerinden, dirsekleri ve dizleri yara içinde dönen bir çocuktan; büyük şehrin, kaos yönetimi, sürekli tetikte olmak ve kendini çekip çevirme zorunluluğuna geçtim. Ebeveynlerim gezmeyi, yeni yerleri keşfetmeyi hep sevdiler, aramızdaki son derece güçlü arkadaşlık ilişkisi sayesinde o zamanlardan beri tatillere birlikte çıkarız, yol kültürüne onlar sayesinde inisiye oldum. Bir defa kanıma girdikten sonra da statik kalmanın felaket olacağını anladım. Nasıl bir köpekbalığı solumasının durmaması ve dolayısı ile hayatta kalmak için uykusunda bile hareket halinde olmak zorundaysa, ben de psikolojik ve entelektüel açılardan sürekli bir hareket içinde olmalıyım. Yazarlığım hep bu 'yeni'den beslendi.

New York’a nasıl gittin peki?

Alıp başımı gitmemi de bu vizyon mümkün kıldı. Üniversite eğitimimi Medya ve İletişim Sistemleri, yüksek lisansımı Sosyal Antropoloji dallarında aldıktan sonra Türkiye'deki ilk doktora başvurumda bilimsellikle alâkasız, fiziğimin takdir edildiği bir ortamda buldum kendimi. Ertesi gün iki bavul alıp, bir haftalık parası ödenmiş otel odama, New York City'e doğru yola düştüm. Bir ev kiraladım, yazarak iki yakamı bir arada tutmaya çalıştım ve yazarlıkla, hayatım boyunca yakından ilgilendiğim sinema ve televizyon kültürünü geliştirmek için New York Film Akademisi'nde senaryo eğitimi aldım. Burada envai çeşit ünlü aktör, yönetmen ve yazarla fikir teatisi yapma şansı buldum. Asıl amacım Pulitzer ödüllerini veren ve gazetecilikte dünyanın en prestijli okulu olan Columbia School of Journalism'de doktora yapmaktı. Son anda yattı. O kapı kapanırken Türkiye'de Sinema ve TV alanında bir doktora bölümü açıldığı duyumunu aldım ve bunu değerlendirdim. Şu anda tez aşamasındayım.

Antropoloji, sinema TV, senaryo eğitimi derken ekran önüne geçmişsin. “Kötü yola” nasıl düştün? Bilinçli bir seçim miydi?

Bilinçli olan bu “kötü yola” düşmeye direnmemdi. Yüzüm ünlü olsun istemedim hiç, bana gereken adımın bilinmesiydi. Yapı itibarı ile kalabalıklar arasında kaybolmaktan hoşlanan biriyim, bu yüzden daha gençken, bir süre reklamlarda oynadıysam da gelen dizi tekliflerini geri çevirdim. Galip Derviş’deki rolü kabul etme sebebim, karakteri beğenmem; MedCezir’de ise ekibin ve yapımın sektördeki en iyileri olmalarıydı.  

Sözlük yazarlığı yapan, Türkiye’nin en iyi fantazi edebiyatı sitesi diye tanımlanan Lost Library’yi kuran, hikayeler yazan, doktora yapan bir adamsın. O sürecin ne kadar yalnız olabileceğini de biliyorum. Bu portreye bakınca bilgisayar başında oturan, içe dönük, biraz 'nerd' bir tip beliriyor insanın kafasında. Ekran önündeki halinse bu Clark Kent versiyonu pek ele vermiyor. Madalyonun iki yüzü birbiriyle çelişmiyor mu veya birbirini nasıl besliyor?

Nerd'den ziyade geek diyelim. Okulda hiçbir zaman en yüksek notları alan çocuk olmadım. Sınıfı en çok güldüren, öğretilenleri zaten bildiği için sınırsız bir hayalgücünün getirilerine ihtiyaç duyan, televizyondan Yunanca öğrenen, bu sebepten ötürü matematik dersinde böcekleri sınıflandırıp inceleyen, İngilizce dersinde sıra altında İngilizce roman okuyan, zaman zaman çete kavgalarına ve mahalle savaşlarına bulaşan, babamın arabasını çalıp çok da legal olmayan araba yarışlarına katılan biriydim. Bunların bir kısmını, o gün sıra arkadaşım olan arkadaşlarım bile bilmez. Bazı şeyleri sır olarak, kendime saklamayı hep tercih etmişimdir. Bugün özellikle Amerikan gençlerinin, kültürleri gereği kendilerini ve Öteki'leri yaftalamaya duymalarına olan ihtiyaçlarından doğan bu tür tabirlerin bir çoğu ile tanımlanabilecek bir çelişkiler adamı olduğum bir gerçek. Beni gördüklerinde insanlar ya cüssemden doğan bir çekinceye veya cazibeye teslim olup beni entelektüel meselelerden uzağa yerleştirmesi veya netteki alter egolarımı bilip beni çelimsiz ve asosyal biri sanmaları da bundan oldu hep. Ben de bu şaşkınlığı küçük yaşta avantaja çevirmeyi öğrendim. Ortaya çıkan bu sentez bana hayatın çok daha geniş bir yelpazesinde var olabilme şansı getirdi. Yazdıklarımla ödül alırken, modellik ve oyunculuk yapabildim.

Biraz yazarlıktan konuşalım o zaman. Fantastik edebiyat yazdığını biliyorum. Hala devam ediyor musun? Neler yazdın, yazıyorsun?

Yazarlık çok küçük yaşlardan beri yapıyorum ve tabutum çivilenene dek de yapacağım. Fantastik kurgu, bilimkurgu ile başladıysam da zamanla sinema, din tarihi, ezoterizm, uluslararası ilişkiler ve yeraltı edebiyatına geçtim. Köşe yazılarım, anılarım ve hikayelerim bir çok dergide yayınlandı ve şimdi de ilk romanımı basmayı planlıyorum. Lost Library başta olmak üzere bazı dergi ve internet organizasyonları kurdum. Bunlar; ülkenin fantastik edebiyata ve rol yapma oyunlarına yabancı ve önyargılı olduğu muhteşem zamanlardı. Baskı görmüş fakat son derece zeki binlerce gencin temsilciliğini yapma şerefine nail oldum. Bu efsanevi oluşumu bu haline getirebilmek için hepsi, yazarak, çizerek, okuyarak çok çalıştı, bu önyargıyı birlikte kırdık.

Bazı web sitelerinde MedCezir’in senaryo grubunda olduğun bilgisi var, doğru mu? Öyküye, kendi karakterine katkıların oluyor mu?

MedCezir'in senaryosuna hiçbir katkım yok, ortaya çıkan eser tamamen senaristlerimiz Ece ve Melek hanımların eseridir. Yine de bu projenin senaryosunu destekleyebileceğimi, bu tecrübeden de faydalanabileceğimi düşünüyorum.

Senaryo çalışmaların, üzerinde çalıştığın bir şeyler var mı?

Tez olarak çekmek istediğim kısa-orta metraj filmin dışında üzerinde çalıştığım birkaç tane sinema filmi ve TV dizi hikâyesi var. Bunların dışında ilk romanımı bitirmeye çalışıyorum ve yüksek lisans tezimi ve kısa hikâyelerimi kitap olarak basmak için elden geçiriyorum. Tüm bunlara ek olarak teknoloji, çevre, bilim, bilgisayar üzerine kendi kurduğum TecHandle isimli web organizasyonunun ve Hollanda’da teknoloji-sanat-fütürizm konularında yayınlanan Second Sight isimli derginin editörlüğünü yapıyorum. Unuttuğum bir şey var mı diye düşünüyorum… Ben düşünedurayım, bu arada biz diğer soruya geçelim.

İnternet yayıncılığı ve web alanında bir dolu ödülün var. Bunları hangi çalışmalarla aldın? Bu alanda çalışmaya devam ediyor musun?

İlk ve en büyük ödülü Lost Library ile 2001 yılında aldık. Aydın Doğan Vakfı’nın her sene düzenlediği Genç İletişimciler yarışmasında İnternet Yayıncılığı dalında birincilik ödülüydü bu. Bunu, yine LL ile iki sene arka arkaya aldığımız Goldenwebawards izledi. Daha kişisel bir not olarak da internette, okuyucular arasında yapılan bir oylamayla bir kısa hikâyem birincilik ödülü aldı.

Özel uğraş ve yetenekler listen de epey kabarık. İçinde bir de “tehlikeli meseleler” diye bir şey var. Nedir bu tehlikeli meseleler?

İnsanın fiziksel ve akıl sağlığını tehdit eden her şey ilgimi çekiyor. Daha doğrusu insanoğlunun, ona farklı yönlerden tehdit teşkil eden şeylere olan durdurulamaz aşkı ve bunlardaki ısrarı diyelim. Savaş, şiddet, manipülasyon ve hatta çok daha beterleriyle dolu insanlık tarihinin bu karanlık yüzünü inceliyorum.

Japonca biliyormuşsun. Nerden icab etti?

Artık biliyorum diyemiyorum. Japon kültürüne; anime ve mangalardan tutun, Bushido’ya, katana yapımından çay seremonisine, Go’dan Seppuku’ya hayranım. Bir süre Tokyo’da, akabinde de kırsal Japonya’da yaşamayı planlıyorum. Dolayısı ile dillerini öğrendim, NYC’de Japon arkadaşlarımla ve sushi senseileriyle sake üzerine çevirdiğimiz sohbetlerde ayak uydurabiliyordum, lakin pratiksizlik beni başladığım noktaya yaklaştırdı. Yine de Japon turistlerin arasından geçerken dillerinde izin istemek veya selamlaşmak, ardından da onların kuş sürüsü gibi yaptıkları her şeyi bırakıp, gülerek ve gülümseyerek,  çatır çutur arkamdan konuştuklarını izlemek eğlenceli.

New York macerandan bahsedelim. Ne kadar kaldın, neler yaptın?

2009-2010 yıllarında, iki sene Manhattan’da yaşadım. NYFA’de senaryo eğitimi alırken bir yandan da yerel dergi ve sitelere yazıyor, evime komşu olan, Manhattan’ın en eski Starbucks’larından birinde uzun süreler oturup krizdeki New Yorker’ları gözlemliyor, bazen parti hayatı yaşıyor, bazen de sanat aktivitelerine müdahil oluyordum. Dönüşüm, Columbia konusu kapandıktan ve Sinema TV doktorasının açıldığı haberini aldıktan hemen sonra oldu. Kentucky ve Kansas gibi eyaletlerin okullarından cazip teklifler alsam da hep en tepeyi hedeflediğimden ötürü, bunları değerlendirmek yerine sinema ve televizyon okumaya karar verdim.

Geri dönme sürecin nasıl oldu? Neler değişmiş Türkiye’de, memleketi nasıl buldun?

Zaten ülkenin durumunu yakından takip ettiğim için bocalamadım. Türkiye’nin hızla Amerikanlaşması da etkili olmuştur belki. Aslında amacım temelli dönmek değildi. Belki LA, belki San Diego gibi daha sıcak ve erkeksi bir şehre geçmeyi planlıyordum. Medcezir, şimdilik bu planları ertelememe sebep oldu. Pişman değilim.

Yurtdışında başka yerlerde de yaşadın mı?

Bir süre Danimarka Kopenhag’da, bir spor akademisinin uçsuz bucaksız binasının içinde kiraladığım yatakhane odalarından birinde yaşadım. Çok yakın bir dostumun ihtiyacı ve ricası üzerine gitmiş ve koordinatları ilgi çekici bulmuştum. Gündüzleri bisikletle şehir içine giderek yazı yazmaya çalışıyor, akşamları odamda Ezel izliyor, kitap okuyor, ardından da şehirdeki expatlarla kurduğumuz arkadaş grubuyla gece hayatını keşfe çıkıyorduk. Oradan ayrıldıktan sonra Amsterdam’a sıkça gitmeye başladım. İki senedir, senede üç-dört aya yakın orada kalırım.

Sosyal medyada gezi süreciyle ilgili de paylaşımların var. İçinde miydin, katıldın mı? Biryandan da politik görüşlerine 'politics suck' yazmışşın. Neler düşünüyorsun süreçle ilgili?

Politikayı sevmiyorum. Evrensel doğruları ve insanın asli arayışlarını bulandıran bir entite. Bizi yerimizde saymaya mahkûm eden ve imtiyazlı çok ufak bir grubun – veya duruma göre cahil kitlelerin – tüm insanlığı kurcalamasına olanak sağlayan, batıdan doğuya gittikçe anlamları değişen kavramlarıyla, Plato ve Konfüçyüs’ün vaktindekinden bu yana deforme olmuş bir mesele. Gezi süreci hassas bir mevzu. Barışçıl ve doğasever gençlerin düşürüldüğü zor duruma karşı, ülke çapında bir tepki olarak okuyorum bu süreci. Türk insanının ülkenin ve kendilerinin geleceğine duyduğu endişenin sokağa taşması olarak gelişti. Aslında -bu noktada biz diye devam edeceğim- başında gayet doğal bir biçimde dünya gençleri gibi özgür fakat onurlu yaşamak, beton duvarların arasında sıkışmak yerine ağaçların altında kestirmek, dişlerimizin arasına çimen sıkıştırıp bulutları abuk subuk şekillere benzetmek istiyorduk. Tüm bunların altında da toprağımıza, atalarımıza, bizim bu tembelliği yapabilmemiz için yüzyılın başında hayatını vermiş insanlara olan bağlılığımız vardı. Belki de umut kesilmiş, “Kayıp” veya “X” olarak adlandırılmış bu gençlerin yüksek zekâları, karşılarına çıkan statik herhangi bir güce karşı onları son derece avantajlı bir konumda yer almaları için yeterliydi. Çünkü bu gençler internetin, geleceğin, yeni medyanın, hızlandırılmış zamanın, tekilliğin (singularity), çoklu evrenlerin ve quantum’un içinde yaşayan gençlerdi ve sanırım herkes gördü ki zekâya su sıkamazsınız.

Alper Çağlar’ın Dağ filmi  ilk sinema deneyimin. Filmin politik bir duruşu var ve “propaganda sineması” olmakla eleştirildi. Erkek karakterler ve senaryo dalında Altın Bamya aldı. Sen nasıl bakıyorsun filme ve oynadığın karaktere?

Alper benim hem çocukluk arkadaşım hem de Lost Library’nin integral parçalarından biri. Orada fantastik kültürle komedi unsurunu sentezlediği bir köşenin yazarıydı. Ardından filmler çekmeye başladı ve Dağ filminde beni düşünerek yazdığı ufak bir rolde yer verdi. Ona Bamya’yı kim verdi bilmiyorum ama ben eseri görselliği ve hikâyeciliği başta olmak üzere, beğendim. Aslında Şubat gibi gösterime girecek yeni filminde de birlikte çalışmak istemiştik, bu sefer ana rollerden birini oynayacaktım ancakMedCezir’deki çekim tempom buna izin vermedi. Ama bir sonraki projede bizi aynı posterde göreceğinizi garanti edebilirim.

MedCezir epey beğenildi, çok da izleniyor. Dizi başlamadan da büyük bir beklenti vardı.The O.C. izler miydin? 

Evet, eskiden The O.C.’yi izler ve severdim. Açıkçası bir gün o hikâyenin bir parçası olacağımı tahmin etmiyordum, bu biraz gerçeküstü bir duygu.

Nasıl tepkiler alıyorsun diziyle, rolünle ilgili?

Ortaya çıkan işin usta işi olduğu aşikâr. Yabancı ülkelerdeki arkadaşlarımı diziye maruz bıraktığımda da aldığım tepkiler son derece olumlu, hepsi Medcezir’in bir Amerikan dizisinden farkı olmadığını düşünüyor. İçerde ve dışarda izleyenlerin hemen hepsi; kostümlerin, makyajın, mekanların, müziklerin, oyunculuğun ne kadar başarılı olduğundan; kadınların güzelliğinden ve erkeklerin yakışıklılığından bahsediyor. Şahsi olarak da, henüz daha bir elin parmak sayısı kadar bölüm oynamış olmasına karşın, izleyiciden, beklediğimden daha hızlı gelişen, çok büyük ve müspet bir reaksiyon aldım. Bir numaralı motivasyonum da, hiç şüphesiz budur.

Karakterin hakkında neler düşünüyorsun? Ortak noktalarınız var mı sence?

Kenan şimdilik sadece benim yüzümü giyip, benzer tecrübelerimizden besleniyor. Özgeçmişlerimiz arasında çok büyük farklar olsa da, benzer bazı taraflarımız var. Onun dalgacılığı, gözüpekliği ve sevdikleri için kendisini feda etmeye hazır oluşu gibi. Kenan'ın çok harika ve özgün yerlere gidebilecek, farklı bir anti-kahraman olabileceğini düşünüyorum.

Kenan’ı ilerleyen bölümlerde daha çok görebilecek miyiz? Başı beladan kurtulacak mı sence?

Kenan’ın başının beladan uzak durması imkânsız, onun meselesi belayı kontrol etmek. İyi veya kötü diye nitelemekte zorlanıyorum. Onun kardeşi ve annesi için kendisini feda edişi, kendi geleceği durmadan kararırken kardeşininkini aydınlık tutmak isteyişi, buna rağmen o muzip ya da hırçın veya haz peşindeki rotası ve anlık yaşam tarzı onu diğer karakterlerden ayıran özellikler. Onun gri bölgede yer alan, belki düşmüş melek arketipinden beslenen bir anti-kahraman olduğunu görüyoruz. Spesifik olarak bu tür karakterler bana hep cazip gelmiştir. Kenan’ın kalıcı olup olmaması da; bu gerilimin sonucuna ve gri bölgede kalabilme becerisine ağlı olacak. Bunu yapıp yapamayacağını birlikte göreceğiz.

Hangi dizileri izliyor, beğeniyorsun? Özellikle fantastik dizilerdeki tercihlerini merak ediyorum konunun uzmanı olarak.

Benim kutsal listemde Lost, The Wire, Sopranos ve Mad Men var. Breaking Bad de bu listeye girdi. Bunları; Prison Break’in ilk sezonu, The Office, Boardwalk Empire, House of Cards, Curb Your Enthusiasm, Karanlıkta Koşanlar, Dexter, Ezel, Game of Thrones, Spartacus, Firefly, Knight Rider, Babylon 5, Carnivale, Californication ve daha eskilerdenTwin Peaks, Melrose Place, MacGyver, Dawson’s Creek, Moonlighting, Tales from the Crypt, X-Files, Married with Children izliyor. Kirkman’ın çizgi romanını takip eden biri olarak The Walking Dead’in “hafifletilmiş” dizi versiyonunu bu listeye sokamıyorum.

YORUMLAR



DİĞER RÖPORTAJLAR