Ben eski panel yeni panel reyting sistemi falan anlamam. Dolayısıyla ahkâm kesecek halim yok. Reyting sisteminin de hangi saiklerle değiştiği belli. Yalnız Benim Adım Gültepe’nin reytinglerde neden zorlandığını biliyorum. Ekranda peşinde koştuğumuz karakterlerin ihtişamlı yaşamlar sürmesini, devasa yalılarda yaşamasını, şahane arabalar sürmesini istiyoruz. Öykündüğümüz insanların hayatlarını görmek istiyoruz. Formül asla fakir mahallesine gelen zengin çocuk olmamalı, zengin mahallesine gelen fakir çocuk olmalı. MedCezir’in başarısı boşuna değil.
Gotham ne karikatürize ne pis bir hale geldi akıl alır gibi değil. Çizgi roman-süper kahraman dizisi çekmek abartı karakter yaratmak değildir, Christopher Nolan’ın da kanıtladığı gibi. Zaten oyunculuklar çok gösterişli renkler çok pasteldi, bir de senaryo çığırından çıkınca hakikaten çekilmez bir hal alıyor.
Bu Güllerin Savaşı’nı anlamıyorum, dizi tek bir formülün üstüne kurulmuş durumda: Gülru’nun itici ablası ortalığı karıştırır- Gülfem Gülru’ya sinirlenir- Mert Gülru’ya bağırır. – Mert genel olarak bağırır – Gülru Ömer Bey’in yanına koşar – Ömer Bey yine güzel bir şey giyemez. – Ömer Bey’le Mert kapışır – Gülfem Gülru’ya sinirlenir- Cihan çıldırır – Sarhoş baba aşırı sarhoşluk yapar. - Gülfem Gülru’ya sinirlenir – Mert bağırır – Kapanış. Neyse ülke olarak istikrarı seviyoruz, uçup kaçmayan bir diziye de bünyenin ihtiyacı var belli ki.
Gülru’nun itici ablasının adını bilmiyorum, yalnız hakikaten çok sıkıcı karakter. Sıkıcılığı ekrana yansıtmak da önemli meziyet ama tek boyutlu kişiliklere gerçekten ihtiyaç yok televizyonda. Neyse onu anlatmayacaktım ben. Bazı karakterlerin adını hatırlamakta ciddi zorluk çekiyorum. Örneğin The Walking Dead’deki kızıl kafalı adamın adı Havuç benim için, MedCezir’e yeni dâhil olan kız “Bale yapan kız”, Ulan İstanbul’daki Uğur Polat, “Uğur Polat”; Game of Thrones’da Dany’yle sevişen savaşçı eleman “porno yıldızı”, işyerine yeni gelen ve benim odama taşınan çocuk ise Semih. (Gerçek adı İsmail sanırsam.)
Game of Thrones’un yeni sezonundan haberler gelmeye başladı. İki karakter beşinci sezonda hiç görünmeyecek. Martell’lerin casting’i tamamlanmış; hem de kitaptan eksiksiz, çok detaya girmek istemiyorum ama ben 1-2’sini elerler diye düşünüyordum. Öte yandan Lost’un Mister Eko’su şahane oyuncu Adewale Akinnuoye-Agbaje’nin Malko isimli kitapta yer almayan bir karakteri canlandıracağı açıklandı. Hem fiziğinin uygunluğu hem de isim benzerliği sebebiyle kitapta karşımıza çıkan Moqorro’ya yakın bir karakter olabilir ya da makyajından yola çıkarak sürekli karikatürize tiplerle haşır neşir olan ve hikayesi sıkıcı bir hal almaya başlayan Dany’nin de hayatına girebilir. Yine kitapta olmayan bir Jamie Lannister sahnesinin de haberi çıktı, üstüne üstlük kitap hayranlarının uzun süredir beklediği gelişme de sonunda gerçekleşti: Flashback’ler. Yaratıcılar Weiss ve Benioff diziye başlarken flashback kullanmayacaklarını açıkça dile getirmişti. Hâlbuki George R. R. Martin’in serisinde mitolojisini kurarken bambaşka bir dünya yarattığı ve izlediğimiz ilişkileri anlamamıza yardımcı olan şahane flashback kurgularının dizide olmaması saçmaydı zaten. Tyrion’ın kitaplarda “Babalarımızın hatalarının yarattığı hayatı yaşıyoruz” demesi boşuna değil. Bu karar tabii ki de zorunluluktan, dizinin kitabı tüketmeye yakın hale gelmesi hayırlara vesile olmuş anlaşılan.
Sözde dünya derbisini izliyorum, konuyla ilgili konuşulacak çok şey var da bir yerden de başlamak lazım. Daha maçın başında bir takımın oyuncusu kendini yere atıyor örneğin, cümle âlem görüyor, önceden tembihli olduğu belli spikerlerin biri bile "Kendini yere attı,” demiyor; diyemiyor. Maçın sonunda taca çıktığı belli olan topun üstünde kalıyor ekran dakikalarca, “Top dışarı çıkmış,” diyen yok. Gerçekten enteresan. Seyirciyi aptal yerine koymak çok saçma. Penguen televizyonculuğu iliklerimize işlemiş. Hayırlı tembihler.
The Walking Dead’le ilişkim; lisede çok yakın olduğum ancak araya zamanın ve mesafenin girdiği arkadaşım gibi. Yıllarca görüşmüyorsunuz belki ama sonunda buluştuğunuzda her şeye kaldığınız yerden devam edebildiğiniz o arkadaş. O rahatlatan retrospektif, paylaşılan onca şeyin nostaljisi, gidilen aynı yerler, içilen aynı şeyler. Belki varlığını unutacaksınız bir süre sonra, aklınıza bile gelmeyecek ama karşınıza çıktığınızda birlikteliğinden keyif alacaksınız. O The Walking Dead işte, iyi ki var dediğiniz.
İnsanları takdir etmeyi, güzelliği abartmadan alkışlamayı, sanattan korkmamayı beceremiyoruz. Dolayısıyla ödül töreni yapmayı hiç beceremiyoruz. Sansür gölgesi altında gerçekleştirilen 51. Altın Portakal ödüllerinin neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Ellibirinci bu, daha önce elli tane yapılmış yani, yine de amatörlükten kırılıyor her şey. Zaten sanata ket vurmak tabii ki her despot rejimin sığındığı limanlardan biri, sanat halkı özgür kılar çünkü. Her şeyiyle. E bir de kimin nerden girip çıktığı belli olmayan, iki kelimeyi bir araya getirmekte zorlanan “duayenlerin” faşist açıklamalarda bulunduğu garip bir organizasyon. Bir sürü ne olduğunu anlamadığım ödül alan Kutluğ Ataman’ın ulusal yarışma yönetmenlerinin sansüre karşı ortak bildirisini imzalamayan tek yönetmen olduğunu da hatırlatayım. (@pervertcritique’e teşekkürler.) Jean Claude Van Damme gelmiş mesela. Niye? Kimse bilmiyor. Doğum gününü kutlamak için olması elimizdeki tek seçenek. Ya da Şıpagat. Ödül sunacakların eline devasa bir kâğıt tutuşturulmuş, kimse prompter koymayı akıl edememiş oraya. Filmlerden kısa görüntüler var hangisinin hangi film olduğu belli değil. Bir telaş bir acele. İyi ki ölen gençlerimizi, Kobane’yi, özgür sanatı ve özgür fikirleri anan birileri vardı da izlediğimizin her şeyin ötesinde bir sanat festivali olduğunu hatırladık.
Şıpagat.