“Canavarlar gerçektir, hayaletler de öyle. İçimizde yaşarlar ve bazen kazanırlar.”
Stephen King
Eskiye rağbet var sevgili Ekranella okurları. Yapımcılar 80’lere doyamıyor; The Americans, Deutschland 83, American Horror Story : Murder House… Netflix’in yeni dizisi Stranger Things de 1983 yılında Indiana’nın Hawkins kasabasında geçen olayları anlatıyor.
1983’te 2. Dünya Savaşı Nazi savaş suçlularından Klaus Barbi Bolivya’da yakalanıp Fransa’da hapse girerken, Nobel ödülü Solidarnos lideri Lech Walesa’ya verilmişti. Ülkemizde ise, bir sürü gazetenin kapatıldığı, insanların hapise atılmaya devam ettiği, Yılmaz Güney ve Cem Karaca da dahil olmak üzere vatandaşlıktan çıkarıldıkları bir dönem; Hakkari’de bir Mevsim, Berlin Film Festivali’nde dört ödül almış, 12 Eylül darbesinden sonra kurulan partilerin katıldığı ilk genel seçim yapılmış, Anavatan Partisi çoğunluğu kazanırken, Halkçı Parti ana muhalefet ve MDP üçüncü parti olmuştu. Turgut Özal hükümeti 24 Aralık’ta güvenoyu alarak göreve başlamıştı.
Şimdi 1983 yılında başka bir evrene Indiana, Hawkins’e ışınlanalım. Stranger Things, Mike (Finn Wolfhard), Lucas (Caleb McLaughlin), Dustin (Gaten Matarazzo) adında üç, ortalamanın üzerinde oldukları için mankafa arkadaşları tarafından ezilen, antisosyal fakat çok sevimli çocuğun FRP oynadıktan sonra ortadan kaybolan arkadaşları Will’i (Noah Schnapp) arama macerasını anlatıyor. Sessiz sakin bir kasaba olan Hawkins’de Will’in yok olmasının ardından ortaya kocaman gözleriyle Winona Ryder’ın neredeyse küçüklüğünü andıran esrarengiz bir kız çocuğu 11 (Millie Bobby Brown) çıkar. Kasabanın gençleri, çocuğunu bulmaya kararlı ancak üzüntü ve umutsuzluktan kaybolmuş bir anne Joyce (Winona Ryder), vaka üzerinde çalışan aksi ama sevilesi şerif Hopper (David Harbour) da diğer karakterlerdir.
ET’ye ağlamaktan gözleri şişmiş, Stephen King’in neredeyse tüm romanlarını yutarcasına okumuş, John Carpenter’ın Şey, Halloween, Sis, Joe Dante’nin Çığlık, Alacakaranlık Kuşağı filmleri ile büyümüş bir nesilden geliyorum. Matt ve Ross Duffer’ın Stranger Things’i benim gibilerin aradığı ne varsa içinde barındıran bir dizi. Karanlık ormanlar, walkie talkieler, telekinesis sırasında yoğun zihinsel çabanın göstergesi olarak kanayan burunlar, gidip gelen elektrik, telefonlar üzerinden bağlantıya geçen kayıp ruhlar, esneyen duvarlar, kurban verilen arkadaşlar, tüm ögeler burada.
Dizi, küçük bir kasabada konumlanması, kavramları ve temalarıyla 1980’li yılların anlatımını son derece başarılı bir şekilde aktarıyor. Sakın türe sadık kaldıkları için çalıntı ve kopya bir dizi izleyeceğinizi düşünmeyin. Duffer biraderler belli ki bol bilim kurgu, korku filmleri izleyerek büyümüşler ama diziye kendi fikirlerini de katmışlar ve ortaya gül gibi yepyeni bir dizi çıkartmışlar.
12 yaşındaki kahramanlarımızın bisikletlerine atlayıp, tuhaf güçlere sahip olan 11’i bulmaları, onu bodruma saklamaları ve küçük kızın arkadaşlığın, bağlılığın ne olduğunu öğrenmesi kuşkusuz bize biraz ET’yi, biraz Stephen King’in Ceset adlı hikâyesinden sinemaya uyarlanan Stand By Me’yi hatırlatıyor.
Stephen King’in Tepki, Rüya Avcısı’nda tekrarladığı “The Shop” (CIA ve hatta ondan daha bile gizli ve kötü bir yapı) gibi, gayri insani, kötü insanların çalıştığı devlet kurumları bu dizide de var. Hawkins’deki devlet tarafından yürütülen araştırma laboratuvarında büyük olasılıkla bir canavar yaratmışlardır. Kan ve cinsellikle uyarılan zemini, kötülük ele geçirir. Dr.Martin Brenner (Matthew Modine) bu gücün yayılmasına sebep olur ve bu kötülük ancak telekinetik güçlerle, 11 sayesinde durdurulabilir.
Dizinin ana karakterleri, ergenliğe henüz varmamış, hem büyümeye özenen hem de büyüklere şüpheyle yaklaşan çocuklar. Gençliğe ve gücüne olan inanç Stephen King’in Kubbe’nin Altında, Korku Ağı, Carrie gibi çoğu romanında olduğu üzere bu dizide de mevcut.
Canavarlar, musibetler ve uğursuzlukların üstesinden gelenler sıradan insanlar. Stephen King’in Tılsım’ındaki Jack Sawyer, Çılgınlığın Ötesi’ndeki Rose, Tom Gordon’a Aşık Olan Kız’daki Trisha McFarland gibi yaralı, itilmiş ve yenilmiş kişiler kahraman olabilir; kozmik kötülükle karşı karşıya kaldıklarında dövüşecek gücü ve cesareti kendilerinde bulabilir. Bu yüzden 80’li 90’lı yılların kraliçesi, adı kleptomani hikayelerine karışalı beri pek ortalarda görülmeyen Winona Ryder tarafından olağanüstü başarılı bir biçimde canlandırılan Will’in aklını yitirmek üzere olan annesi Joyce, duyarlı Jonathan (Charlie Heaton) yerine popüler olma sevdası yüzünden yanlış oğlana kapılan güzel ve iyi kız Nancy (Natalia Dyer), bir zamanlar çocuğunu yitirmiş olan Chief Hopper bizim diğer kahramanlarımız oluyor.
Çocukluk hatıralarıma sadığım. Bir şeyin yeni versiyonuna mesafeli olmamın sebebi de bu sadakatim. Ama işte hem nostaljik ögeler barındıran hem de orijinal bir şeye rastlayınca kendimi alamıyorum! 1983 yılı, kıyafetleri, arabaları, saç modelleri, müzikleri tüm gerçekliğiyle orada. Çocuklar gerçekten çocuk gibi davranıyor, tüm sıcaklıkları ve kıllıklarıyla varlar. Ve ezelden beri aynı olan o küçük kasaba. Sıra sıra dizili sevimli evlerin, örnek yaşamların ardındaki karanlık ne peki? Canavarlar mı, uzaylılar mı, diğer boyuttan varlıklar mı? Yoksa kendi acılarımız, hayal kırıklıklarımız, yenilgilerimiz ve karanlığımız mı?
DEFNE AKMAN