Yaza bayılıp da sonbaharı sevmeyenlerden değilim, tam tersi aşırı sıcaktan hoşlanmıyorum. Sonra etrafta tuhaf bir boşluk oluyor, eylülle beraber her şey normale dönüyor. Rutinine bağlı sıkıcı bir insan olduğum sonucu da çıkabilir buradan, bırakalım çıksın. Ve tabii eylülün en neşeli yanı, dizilerin başlaması. Aylardır akıbetlerini merak ettiğimiz karakterlere sevinçli bir kavuşma, yeni gelenlerle heyecanlı bir tanışma. Bu arada eylül yazıp durdukça aklıma MedCezir geldi, Mert geldi Eylül geldi, onu da hemen araya sıkıştırmak isterim.
Yaz dizilerini kışa çok taşımam, ama bu yıl Güneşin Kızları bir istisna oldu. Onu da ne güzel perşembe akşamları izlerken, gelip pazartesiye oturmasıyla beraber, her izleyicinin en zor anı, "hangisini izleyeceğim?" sorusu geldi çattı. Bir yanda geçen seneden kalan Paramparça, diğer yanda izlemeden duramadığım GüneşinKızları. Bir tanesini ne zamandır görmemiş, özlemişiz. Diğerini daha yeni bulmuşuz, kaybetmeye hazır değiliz.
Paramparça’da en sevdiğim şey, açık ara Hazal’dan nefret etmek. O kadar süper bir kötü ki, en ona hak vereceğim anlarda bile son dakikada vazgeçiyorum.En"Nihayetinde o da bir çocuk" demeye yaklaştığımda, ağzına bir tane çarpmak istiyorum. O dev memnuniyetsizliği, etrafındakileri azarlaması, Gülseren’e yaptıkları, gerçek halası olmasa da hık deyip burnundan düştüğü Keriman’a olan benzerliği. Onu izlemeden durabilir miyim emin değilim.
Güneşin Kızları’nda en çok Selin’i izlemeyi seviyorum. O işveli cilveli güzelim halleri, hiç zararsız görünüp de damarına basılınca neler yapabileceğini bilmemiz. Sonra en kovulduğu yerden bile gitmeyecek kadar sevildiğinin farkında olması, kendine güveni ama hem de aslında hep üzgün olması. İkizinin aksine, baldan tatlı bir kız olup herkesi kendine bağlaması. Güneşin Kızları izlemeyi bıraksam en çok Selin’i merak ederim. Ali’yle durumları ne oldu, babasını görünce ne yaptı? Oturur bunları ararım.