Sahnede, Bonnie ve Clyde’dan Chinatown’a kadar pek sevdiğim Faye Dunaway ve Bonnie ve Clyde’dan Reds’e kadar pek sevdiğim Warren Beatty, bedava eşya kazanılan programlarda otomobil kazanmış yaşlı bir çift gibi duygulu bir halle önce fıkırdaşıyorlar, Faye, Warren’ın kolunu okşayarak bir şeyler söylüyor. Beatty biraz şaşkın, ama gene de kartı Dunaway’e veriyor. O da, en iyi film ödülünün yılın en çok yaygarası yapılan, Oscarlara yakın günlerde ise en çok lanetlenen filmi La La Land’e gittiğini bildiriyor. La la…’cılar sahneye fırlıyorlar. Sersemcik La La… Trump ertesinin tozu dumanı içinde, ideal bir ’kaçış sineması’ örneği olarak damgalanmış süslü bir kurbanlık koyun gibi ortalarda dolanıyor, nerelere kaçacağını bilemiyordu. Ama Oscar’ı alınca… Ne olacaktı? Onu da bilmiyoruz. ‘Hollywood müzikallerine kusursuz bir selam’ olduğu falan yeniden vurgulanacaktı en iyi ihtimalle.
Fakat, o da ne, beklenmedik bir şeyler oluyor. Meğer Moonlight kazanmış, kartlar karışmış. Kartların niye karıştığını, kasıt mı olduğunu, bozum olanların da yeni kazananların da nasıl mahçup olduklarını vb. o kargaşada tam anlamıyoruz. (Bunu anlamak için daha sonra internette saatler geçirmemiz gerekecek- bir çeşit Oscar bonus’u.) La La..’cıların prodüktörü Horowitz hemen o anda kapıldığı - belki de haklı - bir bozgundan soyluluk çıkarma gayreti içinde ‘Evet hakikaten Moonlight kazandı, bu bir şaka değil, doğru’ gibi bir jestle kartı kameraya tutuyor. Kazanamayan La La… bir gadre uğramışlık ve/ ama ‘iyi kaybeden’ halesi ediniyor. Moonlight ise bu karışıklığın son anda kazananı olarak bir çeşit ‘şüpheli galip’ kisvesine bürünüyorsa da ekstra bir pırıltıyla da donanıyor. Sanki bir ödüle iki film.
Bu ‘footage’ Amerikan televizyonunun unutulmazları arasına girecektir herhalde, en azından bir kaç haftalığına. Grotesk gece elbisesi değerlendirmeleri gene bir klasik olarak yerlerini koruyacaklar kuşkusuz, ama bu da Amerikan televizyon kameralarının tespit ettiği ‘tarihi anlar’dan biri olacak, ‘Televizyon Kameraları Önünde En Büyük 10 Gaf’ listelerinde internette dolaşacak. Her şeyin henüz bu kadar otomatiğe bağlanmadığı zamanlarda televizyon kameraları önünde intihar eden bir haber spikerini konu edinen Network diye bir film çekildiğini, bizzat Faye Dunaway’in o filmde hırslı bir televizyon kariyeristi rolüne çıktığını hatırlayan da olmuştur belki bir anlığına. Amerikalılar karma der belki, ben kurmacanın adaleti diyeyim.
Televizyon her zaman berbat bir yerdi, artık daha da berbat. Egemen söylemi yaymasını falan bir kenara bırakın, başından beri ‘genel geçer’ olanın, önyargıları okşayanın, kutulanıp paketlenmiş olanın savunuculuğunu yapan bu mecradaki ayrıksı anlara sevgi beslememiz de bu yüzden zaten. Seda Sayan’ın şirazeden çıkmasını, Sevda Demirel’in sunucuya bir tane patlatmasını vb. de kutulanmış gerçekliği bir anlığına yırttığı, bozduğu için paha biçilmez buluyoruz. ‘Gelişmiş ülkelerde’ yaramazlıklar zamanla sisteme dahil edildi. Serge Gainsbourg’un Fransız televizyonunda Whitney Houston’a alenen sarkmasında bir Fransız yaramazlığı, hasbelkader anarşistlik bulanlar, Amerikan talk show’larında ahval-i adiyeden olan ‘fuck’ anlarının bip’le ya da ‘oops!’la telafi edildiğini, hatta ‘oops!’un ‘kendine iyi bak’ ve ‘ben iyiyim’ le birlikte bizim dile de monte edildiğini hatırlayacaklardır.
Acaba ‘copycat’ (kopya kedisi? karbon kopya? taklitçi?) yurdumuzda Oscar neden bu kadar rağbet görüyor? Bilmiyorum, bir iki tahmin yürüteceğim. Dil şaklata şaklata ‘Endüstri’ diyeceksek para pul kazanıldığı için elbette; reklam, dergi doldurmak vb. Eğer son yıllarda sinema eleştirmenleri tarafından bile ciddiyetle kullanılan ‘Akademi’ lafına sığınacak isek, sanki bir yerlerde filmler hakkında son sözü söyleyen ak sakallı dedeler ve beyaz saçlı nineler varmış gibi, Amerikan Filmler Akademisi’nin akil insanlarının yargılarını çok önemsediğimiz sonucu çıkabilir. ‘Medya’, ‘habercilik’ diyeceksek, bu da aynı klişelerin bir yerlerde bir kere daha devreye girmesi kolaycılığından başka bir şey değil. X filminin ‘yönetmen koltuğunda oturan’ Y’nin Oscar’ı ‘kucakladığı’nı yazıp yeni bir şey söyledim sanmak, inanılmaz ama hala mümkün.
Marlon Brando ve Küçük Tüy zamanında, televizyon kameraları önünde protesto edeceğiniz bir şey varsa Oscar iyi bir fırsatmış sanki. Star Wars’un gezegenler konseyi sonrası zamanlarda ise karar, seçim ve jüriye duyulan huşu dolu saygı apayrı bir şey. Organizasyona samimiyetle inanılıyor, okullarda Sanat Yönetimi Bölümü diye bir şey var, PR belki en sevilen kısaltma, alternatif rock grupları ‘iktidara talibiz’ diyerek iktidar kelimesini onaylıyor, ürünü tanıtmak kendisi bir ürün olmuş durumda. Diğer yandan ‘o olmasa olmazdı’ söylevleri en akışkan malzemeden yapılıyor, protesto küçük küçük kutularda sunuluyor. Senenin davası ne ise o dillendirilirken ses titremesi, hatta bir iki damla gözyaşı da hala en klasik katkı maddesi. Mesela bu yılın anti-Trump rüzgarı içinde Farhadi adına yapılan haklı ve/ama yapılacağı çok önceden bilinen, heyecansız protesto ve/ama en iyi belgesel olarak tartışmalı White Helmets’in de aradan sıyrılıvermesi ‘Oscar heyecanı’nın kendi malum çelişkileri arasında sayılabilir. Senenin gidişatına göre asi çocuk Robert Downey Jr.’a sevgiler sunmak da olabilir, Jodie Foster’in coming-out’u da. Ben şahsen Winona Ryder’a ne zaman iade-i itibar edileceğini merak ediyorum. Bu gerçekten ilginç olabilir işte.
Dünyada olup biten korkunç şeyleri durdurma imkanlarımızın giderek azaldığı, şu ya da bu şekilde buna hala çalışanların çok saygıdeğer insanlar olduğu ne kadar doğruysa, bunlar karşısında ne kadar üzüldüğümüzü ifade etmenin yollarının mekanikleştiği de o kadar doğru. Oscarlar yeni bir anlam ve önem kazandı, çünkü ortak itirazların iç rahatlatan biçimde, geniş kitleye seslenecek tepkiler haline gelmesi, gelebilmesi, gelebilecek olması hala ciddiyetle önemseniyor. Bu da bazılarımızın Oscarları anlamsızca ya da tam tersine bir seyirci lakaydi içinde gözünde büyütmesine gerekçe hazırlıyor gibi. Törenden bir gün önce ‘Oscarları seyretmeliyiz, bu sene çok politik olacak’ diyen arkadaşlarım bana ‘politik’ olanın ya da olacak olanın, en son muteber dizi kadar kıymeti olup olmadığını düşündürüyor. Gelgelelim, saat sabaha karşı 4’de kalkamamanın ironisi konu hakkında son sözü söylemeye de devam ediyor.
Fransızlıktan feragat etmeden Oscarsı olmaya çalışan kırmızı halılı Cannes ya da daha ‘entelektüel’ bir jürisi olduğu hissine kapılmamıza yetecek bir hava yaratmasına rağmen Altın Küreler hala Oscar’ın yeniden kazandığı ışıltıyla yarışmaya yetmiyor. Eski kurumları deşifre ettiğimiz ama bu kurumların eskiliğiyle hem dalga geçip hem de hala (belki tam bu yüzden) tadını çıkarabildiğimiz kendine referanslı, self-reflexive zamanlardayız. Yeni kahramanlar gerekiyor sanki. Gösteri dünyasında bile. Ya da her yerin bir miktar kendini gösterme, kendini görünür kılma alanı olduğunu düşünürsek, kısaca her yerde.
Oscar ‘heykelciği’ ile temel olarak iki geyik bilirim. Biri akademide, pardon Akademi’de çalışan bir sekreterin ‘aa Oscar amcama çok benziyor!’ dediği için heykele Oscar adının verildiği, diğeri de Bette Davis’in heykelin poposuna bakıp ‘aa kocamın poposuna çok benziyor!’ dediği için Oscar adının verildiği. Birincisi bebeler için, ikincisi yetişkinler için. Birincisi alıkça bir apokrifa, bir uydurma, ikincisi ise apokrifa olsa da olmasa da hınzır bir efemera, çerez bilgi… Dünya, özellikle ‘naklen tüketilen dünya’, yaşanan her türlü korkunçluğun üzerinde esasen bu iki ‘durum’ arasında salınmakta; dolayısıyla Oscar’ların apokrifa niteliğindeki tartışmalı politikliğinin de, her olayı efemara iştahını doyurmakta kullanacak medyatikliğinin de La La…’yı, Moonlight’ı, kırpılıp sunucu yapılmış Bonnie ve Clyde’ı, televize skandallara bayılan efemera oburunu, bayılmayan ve gözlüklerinin üzerinden durumu irdeleyen muterizi, hepsini, hepimizi ham yapıp yutacak kadar büyük olduğunu farzedebiliriz.
FATİH ÖZGÜVEN