Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Muhteşem Yüzyıl’da kafir -  müslüman ilişkisi ve temsil biçimleri: Batının karanlığıyla aydınlanan Doğu

SİYASET

Kral Layoş ve Macar Sarayı

Süleyman'ın dizinin ilk sezonundaki rakibi olarak Macar Kralı Layoş, baştan sona kötü olarak kurulmuş, tümüyle karikatürize bir karakter. Daha ilk göründüğü sahnede Süleyman tarafından gönderilmiş ve dokunulmaz statüsüyle masumiyeti tescilli Osmanlı elçisinin boğazını keserek öldürmesiyle şeytanlaştırılan, en başında izleyicide olumsuz duygular uyandırmasına ve bağının tamamen koparılmasına sebep bir kişilik.

Kral Layoş'un söylemindeki en temel nokta "Batının Birliği/Hristiyan Birliği" vurgusu. Layoş'un da "Avrupa'yı, Avrupalılar yönetir," şeklinde ifade ettiği üzere Avrupa, Avrupalı olana, Osmanlı'nın haricinde tutulduğu güçlere ait bir kurum. Bu kurumun varlığının devamı açısından da yeknesak şekilde Osmanlı'ya karşı tek vücut olmuş, son derece örgütlü, gücünün zirvesinde bir Avrupa imgesi sunuluyor. Ancak söylemek gerekir ki tüm bu göz korkutan imge bir Avrupa övgüsü olarak ortaya çıkmıyor; düalist anlatının bir ürünü olarak, Osmanlı'nın elde edeceği zaferle Osmanlı'nın gücüne yapılacak bir vurguya yönelik bir ön hazırlık olarak işlevi görüyor. Nasıl ki Layoş'un söyleminde bir Batının birliği vurgusu varsa, aynı vurguya Süleyman'ın Layoş tahayyülünde de rastlamak mümkün. Layoş yalnızca bir devletin hükümdarı olarak resmedilmiyor, bütüncül bir Avrupa'nın temsilcisi gibi görülüyor ve tüm o imge bir Hristiyan kimliği etrafında örgütleniliyor. Tüm bu veriler ışığında Macar Devleti ve Osmanlı'yı karşı karşıya getiren savaşlar da Süleyman'ın ordusuna seslenişiyle, saldırı öncesi edilen dualarla ve arka fondaki gaza müziğiyle devletlerarası bir savaş formundan çıkıp bir tür dinler arası savaş formunu alıyor ve Müslümanın kâfir olana yönelik gerçekleştirdiği cihadvari bir zafer olarak anlamlandırılıyor. Hakeza Süleyman'ın Belgrad Kalesi'nin ele geçirilmesinin ardından yazdırdığı fetihnamede de "Müslümanlar üzerine şart ve farz olan gaza ve cihat farzını eda etmek için Macarların üzerine yürüdüm. Kısa zamanda uzun mesafe kat ederek kâfir ülkesine girdim.(...) Padişah'a Allah'ın yardımının ulaşmasıyla o surlar kuşatıldı.(...) Kâfir düşman yenildi. İslamın, gülbağının esintileri kalpleri doldurdu" sözleriyle bu unsurlar vurgulanmaya devam ediliyor. Savaş öncesi sunulan güçlü ve birleşik Avrupa imajı ise yerini elde edilen zafer sonrası siyasal birliğini yitirmiş, parçalanmış ve bu kopma sürecindeki fail olarak da Osmanlı'nın kodlandığı bir imaja bırakıyor.

Layoş ve Süleyman'a yönelik üretilen anlamlar ve birbirleriyle ilişkilenme biçimleri de yine düalist anlatı çerçevesinde ve birbiri ardına gelen sahnelerde mizaçları ve edimleri üzerinden aradaki zıtlığın yeniden ve yeniden vurgulanmasına dayanıyor. Misal Layoş'ta cinsellik bir "oynaşma hali" olarak resmedilirken, Süleyman'da kurallı ve adaba uygun bir temele dayalı; hakeza Layoş Osmanlı Devleti'ni ve Süleyman'ı küçümserken, Süleyman'da düşmanına koşulsuz bir saygı tutumu görülüyor; bir başka örnek olarak Layoş savaş arifesinde eğlenir, nehre karşı elma yer ve sefa sürerken Süleyman karargahında savaş taktikleri üzerine kafa yorar halde gösteriliyor. Anlatıdaki zıtlık kâfiri kibirli, Osmanlı'yı küçük gören, zevk ve sefa düşkünü olarak kurarken; Osmanlı ve Müslüman davasına hakim, hazırlıklı ve tevekkül sahibi bir temsille ortaya çıkıyor.

Osmanlı'nın Layoş'un sarayına yaptığı saldırının Victoria'nın düğünü sırasında gerçekleşmesinin de belli bir anlama sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz. Saldırı kâfirin en mutlu gününü, düğün gecesini kâbusa çeviren bir bağlama bürünüyor. Kral Layoş karşı koymak şöyle dursun, arkasına bakmadan kaçıyor. Anlatının devamı da Macar Kralı'nı kimi zaman Papa'nın eteklerinin altına saklanarak kimi zaman Osmanlı Sarayı'na gönderdiği bir casustan medet umar korkaklıkta sahneye sürüyor. Süleyman, Layoş'a seslenirken biraz da nüktedan ve alaycı bir tonla Layoş'un savaş öncesi imajının ganimetini topluyor; korkup kaçmış bir krala karşı mert, gözüpek, yiğit bir hükümdar haline bürünerek izleyiciyi ihya edecek bir temsile kavuşuyor.

Vatikan - Papa

Vatikan, ötekine dair en merkezi yapı olarak, Layoş ile birlikte Osmanlı'nın bir diğer ezeli düşmanı olarak ortaya konulan ve belki de daha kıymetlisi Osmanlı'ya yönelik dışsal bilginin üretildiği ve edinildiği merkez kurum şeklinde tasvir edilebilir.

Dizinin ilk birkaç bölümünde, ötekinin "biz"e yönelik kurduğu bilginin ilk elden üretim merkezi olarak kodlanabilecek Vatikan'da Osmanlı'ya dair anlam son derece küçümseyici bir içerikte veriliyor. Papa, Yavuz Sultan Selim'in tahtına Süleyman'ın geçişini "İslam'ın aslanı gitti, kuzusu geldi" şeklinde yorumluyor. Fakat Süleyman'ın kâfirle ilk karşılaşma alanı olarak işaretlenebilecek Budin Zaferi'nden sonra bu algıda da tümden bir kopuş yaşanıyor. Kurnaz, zeki, güçlü bir imaja sahip Papa karakteri aracılığıyla, Osmanlı'nın Layoş'u mağlup ederek Batı'da varlık gösteremeyeceğine dair kadim inancı yıktığı anda Batının yaşadığı travma gözler önüne seriliyor. Papa savaş sonrası aciz ve çaresiz bir ruh haline bürünüyor ve anlatı boyunca da bu imaj korunuyor. Budin Savaşı'nın ertesindeki "Süleyman atalarının yapamadığını yaptı, Müslümanlar Avrupa'da, artık herkes ders almalı, Osmanlı yine gelecek," değerlendirmesini de, Türk milliyetçiliğinin yerleşik vecizelerinden biri olan "Anneciğim Türkler Geliyor" temasının işlenmesi şeklinde okumak mümkün. Vatikan'ın dizi içerisinde işlevselliği, rolü ve misyonu nostaljik bir milliyetçilik duygusunun pompalanması ve yitik özgüvenin yeniden tesisi etrafında şekilleniyor. Senarist Meral Okay kendimize yönelik üretilen fikri yalnızca ayna karşısına geçerek değil; fakat öteki tarafından da "korkulan", "çekinilen", "diz titreten" imajları etrafında örüyor. Bir imparatorluktan üçüncü dünya ülkesine dönüşmüş toplumun aşağılık kompleksinin aşılmasına yönelik bu yer yer milliyetçi yer yer zenofobik çaba, dizinin en kuvvetli kâfir-Müslüman ilişkisi damarlarından.

Tarihsel bilgiler ışığında şunu da unutmamak gerekir ki dizi anlatısının geçtiği zaman Vatikan'ın ve Ortodoks Hristiyanlığın reform hareketleri karşısında güç yitirdiği ve popülaritesinin düşüşte olduğu bir dönem. Bu tarihsel hakikat de üretilen Vatikan profilinde ısrarla vurgulanan, öne çıkan ve faydalanılan temalardan birisi. Vatikan maddi çıkarlar etrafında örgütlenmiş, kendi halkını soyan, ticari ilişkileri nedeniyle kutsalına -Rodos'a- sahip dahi çıkamayan, güçten yana olup güçsüzü korumayan, manevi dünyayla ilişkili bir yapıyken maddi dünyaya hapsolmuş aciz ve ahlaksız bir yapı olarak çiziliyor. Elbette bu profil bir Hristiyanlığın yozlaşması ve olumsuzlanması hikayesi olduğu kadar -ve belki de çok daha ciddi ölçüde- İslam'ın değerlerinin kutsanması ve olumlanması anlamını taşıyor. Nihayetinde biz biliyoruz ki inancı ve değerleri Süleyman'ı adil kılar, yolsuzluk yapan kız kardeşinin kocası olsa dahi adalet terazisi şaşmaz, bir yetim gördüğünde yardımını esirgemez, İslamın sancağını kâfir diyarlarına dikmeyi ulvi bir misyon sayar, cihadı uğrunda şehitlik mertebesine çıkmayı bir lütuf beller. Ayrıca Vatikan'la olan ilişkilenmede bir diğer dikkate değer nokta, Vatikan ve Luther arasındaki siyasal çekişmede saray algısının Luther yanlısı bir saikle son derece işlevsel bağlamda değerlendirilmesi. Luther'in Vatikan'a karşı olan mücadelesinde desteklenmesi ve bu mücadelenin politik bir kazanç alanı olarak resmedilmesinde siyasetin sarayca yalnızca kaba kuvvete bağlı, barbarca bir savaş çerçevesinde yürütülmediği, onunla birlikte aklın önderliğinde bir siyasetle de kurulduğuna yönelik bir imaj mevcut.

Victoria

Victoria karakteri, kocasını, Osmanlı'nın Budin'e saldırdığı gece, düğün gecesinde kaybetmiş bir kadın. Diziye bu kayıp hikâyesi içinde giriyor ve bir yandan bireysel bir motivasyonla, bir yandan da Macarlar adına intikam alma peşine düşüyor. Aslında Victoria karakteri, klasik bir ajan tipolojisi sergiliyor. Kralı Layoş'un -dolayısıyla Batı'nın- kötü emellerini gerçekleştirmek ve bir cariye olarak girdiği sarayda Süleyman'ı öldürerek meydanda kazanamadığı savaşı arkadan hançerleyerek kazanmaya çalışan bir casus imajında çizilmekte. Bu bağlamda Victoria'nın silahının hançer olması da bir tesadüf değil. Bir hiç olarak girdiği sarayda güzelliği ve çalışkanlığıyla Pargalı ve Valide Sultan'u efsunlayarak kısa sürede Altın Yol'da yürüyecek kadar aşama kaydedecek; ama en önemlisi dizinin Süleyman ve Hürrem; Pargalı ve Hatice Sultan; Leo ve Hürrem gibi aşklarının yanında teferruat kalan ama dizinin en naif aşıklarından birine dönüşecek olan Matrakçı Nasuh Efendi'nin aşkını kullanarak intikamının yollarını döşeyecek bir karakter.

Bu noktada Victoria'nın güzel bir kadın bedeninde anlatıya dahil edilmesinde gözden kaçmaması gereken bir yan var. Çünkü çoğunlukla Nasuh Efendi'yi, ancak yeri geldiğinde Süleyman'ı dahi kendisine hayran bırakan güzelliğini dizideki erkek karakterler üzerinde iktidar aracı olarak kullanmasıyla kendini var ediyor; bahsettiğim tüm o kötü emelleri ve arkadan hançerleme arzusunu kadınlığı sayesinde mümkün kılıyor.

Dolayısıyla hem anlatıda intikam duygusuyla bedenlenmiş başat karakterin hem de -ne cenk meydanında ne diplomaside- kâfire boyun eğmemiş Süleyman'ın nihayetinde canına mal olacak kadar büyük bir zayıflık gösterdiği tek karakterin kadın olmasında şüphesiz örtük anlamlar taşıyor. Bu açıdan senaristin Victoria'yı kadınlığa yönelik olumsuz çağrışımlarla bezeli, hatta bunu kasten kullanan ve izleyiciyi bu yöne kanalize eden sorunlu bir perspektifle ele aldığını söylemek pekala mümkün.

1 2 3 4
Adil Özhan Yüksel
06/07/2016 13:18
YORUMLAR




DİĞER HABERLER