Sevgili Chris,
13 Aralık’taki Hürriyet Pazar’da, Aslı Barış’ın seninle yaptığı bir röportajı okudum, okumayan varsa da bence buyursun okusun.
Röportajın en dikkat çeken yeri benim için, Sex and the City filmlerinin ne kadar berbat olduğundan bahsettiğin kısımdı. “Hele ikincisi o kadar kötüydü ki,” demen özellikle. Evet, Sex and the City’yi sezonlar dolusu hatmetmiş bir izleyici olarak filmlerin tutkunu olduğumu söyleyemem. Ama bugün bir üçüncü film çıksa da gider izlerim, çünkü maksat neredeler, ne yapıyorlar bunu görmek. Çok sevdiğim dizilerdeki insanların bir yerde yaşadıklarına inanmayı tercih ederim zira. Senin pek anlayabileceğin bir durum değil belli ki ama, memleketimiz sınırları dahilinde, oynadığı filmin ya da dizinin aşırı kötü olduğunu itiraf edebilen pek kimseyle karşılaşmayız bir de biz. O yüzden, cümlen hoşuma da gitti aslında.
Röportajın devamında da Mr. Big olarak anılmaktan sıkıldığını, genel olarak televizyon dizilerini aslında ne kadar maksatsız bulduğunu, alıp başını gitmek istediğini anlatmışsın. Chris tatlım, sana hayatta başarılar dilerim, ama söz konusu sen bile olsan Mr. Big’i yedirmem, bunu bilmelisin.
Favori Sex and the City karakterim her zaman Steve Brady’dir, Steve kalacaktır bunu belirtmek isterim öncelikle, zira kendimiz olmadan geçirdİğimiz her saniyeye çok yazık, ama mesele bu değil. Steve tüm doğallığına, hiç havalı bir insan olmamasına ve her beş insandan dördünün yaptığı gibi kendi barını işletme hayaliyle yaşamasına rağmen, aslında bir ütopya. Onun kadar kendiyle barışık, onun kadar kolay geçinilen, sevgisini onun kadar uluorta gezdiren bir adam yok. Cinsiyet ayrımı yapmasam da olur aslında bu noktada, öyle bir insan yok.