Aslında kadın kahramanların son yıllarda dizileri nasıl ele geçirdiğine dair bir yazı yazmaktı niyetim. Üstelik yıllarca onlara layık görülen konformist rol modellerden sıyrılarak özgür, kafası karışık, kötü, suçlu, belalı, kusurları olan ama bir şekilde kafalarının dikine giden birbirinden farklı ilginç kadın kahramanlar...
Netflix’de Godless izlerken, maço dünyanın en kendine ait alanına yani Western dünyasına sızan kadın karakterlerle konuşuyor buldum kendimi. Downton Abbey ve Good Behavior dizilerinden tanıdığımız Michelle Dockery’nin yaşam verdiği Alice Fletcher, yine o kendine özgü soğukluğuyla ve mesafeli duruşuyla feminist bir Western kahramanı olarak mükemmel bir oyunculuk sergiliyor.
Aslında bir film olarak düşünülen bu mini serinin yapımcıları arasında Steven Soderbergh de yer alıyor. Erkek kahramanların neredeyse hepsinin kötü, beceriksiz, şapşal, korkak yan kahramanlardan ibaret olduğu dizide, kadınların hemen tüm erkeklerin maden kazasında öldüğü Belle kasabasını belalı çeteden kurtarış maceralarını bir solukta izledim. Bu diziyi, Alias Grace üzerine izlediğim için, kadın kahramanlar üzerine yazıyı kafamda dolaştırdım durdum. Margaret Atwood’un aynı adlı romanından uyarlanan dizide yazar da yapım süpervizörü olarak görev almış. Kötü erkekler yüzünden başına korkunç şeyler gelen ve cinayet suçuyla yıllardır hapiste yatan Grace Marks’ın iç konuşmaları çok tanıdık geldi bana.
Artık bir kült olan Game of Thrones’un kadın karakterleri ise uzunca süredir kadın arkadaşlarımla sohbetlerimizi süslüyordu gündelik yaşamlarımızda. Bir anlamda erkek egemen dünyada kalp kırıklıklarımıza merhem oluyordu bu hayal dünyasının “melekleri”!!!
Ancak Spike Lee’nin yine Netflix’te yayınlanan She’s Gotta Have It’ini izlediğim anda yazmak istediğim konuyla ilgili kafam iyice karıştı. Başından kalkamadığım bölümlerin ardından Spike Lee’nin 1986’da sinema öğrencisiyken siyah beyaz çektiği ilk sinema versiyonunu da hemen seyrettim.
She’s Gotta Have It, Brooklynli (Fort Greene) sanatçı Nola Darling’in üç erkek ve bir kadınla yaşadığı cinsellik odaklı ilişkilerini anlatıyor gibi görünse de Amerika’nın Afro Amerikan tarihine önemli bir saygı duruşu olmuş. Diziyi de yöneten Spike Lee, ana konu ve karakterleri fazla değiştirmeden arka planda etkileyici bir politik duruş kurgulamış. Bu da büyük hayranlık duymama neden oldu diziye.
Diğer tüm kadın kahramanlar gibi Nola Darling de, kendi kaderinin sahibi olmak için ciddi mücadele veriyor ve erkek egemen dünyanın kadın bedeni üzerindeki tehdidine meydan okuyor. Aynı diğer kadınlar gibi Nola da mükemmel kadın olmaktan çok uzak, hatta ‘kötü kız’ dediklerimizden ancak filmde yakın arkadaşının onu tanımladığı gibi “merhametsizce dürüst.” Bu tanımı duyduğum anda bütün bu kadınların ortak noktasının aslında btam da bu olduğunun farkına vardım: Hepsi varolan düzene, erkek egemen dünyaya karşı “merhametsizce dürüst” kadınlar ve fütursuzca statükoyu tehdit ediyorlar.
İflah olmaz bir dizi oburu olarak Sex and The City’yi seyretmiş olsam da diziden bir çok hemcinsim gibi büyük bir keyif aldığımı söyleyemem. She’s Gotta Have It’i izlerken Manhattanlı Carrie Bradshaw ve arkadaşlarının kendilerine özgü lüks, eğlenceli ama bir o kadar da bencil ve apolitik yaşamlarından neden hoşlanmadığımı anladım. Brooklynli Nola Darling’in aykırı duruşu, bir sokak sanatçısının tutuklanmasını engellemek için kendini de feda ederek tutuklanması, erkek dünyasına kafa tutması, ana akımla derdinin olması, tüm yanlışlarına rağmen kendiyle bir şekilde mutlu olabilmeyi becermesi bana çok daha yakın geldi.
Spike Lee cesareti diye bir şey var ve bu cesreti Nola Darling’in bizzat kendisinde de görüyoruz. Lee, benim çok sevdiğim yönetmenlerden. Do the Right Thing sanırım kült filmlerimden Jungle Fever ise hala bir çok sahnesini kelimesi kelimesine hatırladığım filmlerinden. Bir çok filminde olduğu gibi, ilk versiyonun tersine dizide ciddi bir biçimde siyah devrimin izlerini fazlasıyla görüyoruz. Dizide Afro Amerikan kültür tarihinine ait estetik bir retrospektife de tanık oluyoruz; örneğin fonda yer alan her şarkının muhakkak albüm kapağını da görüyoruz. Ve siyah yaşamların önemli olduğu her an bir kez daha hatırlatılıyor seyirciye. Çünkü hatırlamaya, bunu asla unutmamaya ihtiyacımız var.
Yıllar önce üniversitede okurken beyazların asla davet edilmediği, Afrikalı öğrencilerin düzenlediği bir partiye davet almıştım. Bu beni epey gururlandırmış, bir nevi üstünlük duygusu sağlamıştı. Zira bu partiler üniversite kampüsünde bir efsaneydi ve beyaz ağırlıklı bu dünyada beyazlara kesinlikle kapalıydı kapılar. O partiye gittiğimde de neden davet aldığımı ve asla bir beyaz olmadığımı anlamıştım. İşte Nola Darling’i beyaz camın arkasından izlerken bir yandan da kendi kişisel tarihime daldım gittim. Tabii dizide Spike Lee’nin dalga geçtiği bir beyaz suçluluğuyla değil.
Variety Dergisi, diziyi, filmle karşılaştırırken “hala zamanının çok ötesinde,” diye yazmış. Bir çok eleştirmene göre de dizi Lee’nin en başarı işlerinden biri. Tabii bazı feminist yazarlar bir erkek tarafından yaratılan kadın karakterin sorunlu olduğuna dair tepki göstermiş. Evet Nola Darling ne Alias Grace’in kahramanı Grace kadar erkek egemen dünyanın kurbanı, ne de Godless’ın Alice’i kadar feminist. Ancak Nola’dan çok, Lee’nin yarattığı erkek karakterler üzerinden erkek dünyasına ve ana akıma yaptığı eleştiri nedeniyle bu yazarlarla kesinlikle hemfikir değilim.
Haksızlıkların, uçurumların, soylulaştırmanın (dizide arsızca beyazlar, hipsterlar tarafından gentrificationa uğrayan Brooklyn meselesi üzerinde de durulmuş) acımasızlığın gittikçe zirve yaptığı bu dünyada, canavarın gözünün içine bakarak ondan korkmadığını haykırmak çok büyük bir erdem. Spike Lee’nin Nola Darling’i de işte böyle bir kadın kahraman.
ŞEYDA TALUK