Dış Benlik
Hürrem’in benliğini sunumu, sarayda girdiği diyaloglar, davranışları ve iç sesiyle yaptıkları arasındaki farklar üzerinden bir yol takip ederek anlatılacaktır. Kilisede, Hristiyan bir papaz olan babasını dinlerken, esir alınarak Osmanlı sarayına getirilen Hürrem’i, hemen üçüncü bölümde Kanuni’ye, “Ben sen neye inanıyor ona inanmak istiyorum, senin baktığın güneşe bakmak, senin gördüğünü görmek istiyorum, ben senin Allah’a inanmak istiyorum,” sözleriyle Müslümanlığa geçmek isterken görürüz. Bizim yaşadığımız şaşkınlığı yaşayan
Kanuni, ona kelime-i şahadet getirmeyi öğretir. Hürrem’i bu kadar çabuk Müslüman olmaya hazırlayan şartlar, davranışlarının toplumsal olarak örülen bir benlik etrafında şekillenmesini de sağlar. Haremin mekânı, toplumsal sınırlılıklar ve bireylerin bedenlerine uygulanan müdahaleler göz önünde bulundurulduğunda, burada yaşayanların tamamen istedikleri gibi, kendileri olacak şekilde yer alamayacakları gerçektir. Güçlü Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim sistemi ele alındığında, birçoğu Müslüman olmayı seçerken, kimileri ölmeyi tercih etmektedir. Müslüman olanların iç yaşantısına dair kesin değerlendirmelerde bulunmak ise, onların bizlere kendilerini sunacağı ölçülerle kısıtlıdır.
Hürrem’in, sarayda varlığını sürdürebilmesi için en önemli şey Kanuni’nin yaşamasıdır. Bu yüzden, Kanuni’yi savaşa gitmemesi için ikna etmek için elinden gelen çabayı gösterir. “Bu dünyada senden başka kimsem yok, ailem yok, dost yok, sen bana dönmezsen ben ölürüm.” diyerek bir taraftan Kanuni’nin gönlünü okşarken, diğer yanda bir gerçeğe değinmektedir. Kanuni olmasa, Hürrem’i ertesi gün yok etmeye çalışacak birçok kişi bulunmaktadır. Kanuni’nin yokluğunda, Valide Sultan tarafından Lalapaşa’nın oğluyla evlendirilmek istenen Hürrem, bundan kurtulmanın iki çaresi olduğunu bilir. Valide Sultan ona başka bir saraya gideceğini söylediğinde ilk söylediği, “bana yabancı o adam, Müslüman kadın oldum, Müslüman’a acı,” olur. Fakat kurtuluşu, hamile olduğunu söyleyerek bulur.
Hürrem’in yaptıklarına genel bir göz gezdirdiğimizde, büyük bir tutarsızlık görmeyiz ama iktidara erişmek için yaptığı bazı şeyler, çelişkiye düşmesine yol açar. İç konuşmaları, onun niyetini çözmeyi zorlaştırır. Kanuni’nin yanında halvette iken, “Beni salma, bu gariban sensiz ne yapar, ben senin kulun,” sözleriyle yanından ayrılmak istemediğini gördüğümüz Hürrem’i, bir süre önce arkadaşına niyetini, “Sülüman’ı kendime köle yapacağım, hem de bir gece değil, binbir gece” sözleriyle anlatırken izleriz. Aşkı için ölümleri göze aldığı Kanuni hakkındaki bu sözleri, onun planları hakkında önyargılı olmamıza sebep olmaktadır. Diğer bir sahnede ise derse gitmek için beklediği avluda, oradan geçen Kanuni’ye seslenir ve yanına geldiğinde bayılarak, kucağına düşer. Heyecandan bayıldığı düşünülen Hürrem içeri yatırıldığında, Gülnihal’in “nasıl yaptın bunu?” sorusuna, “sana bunu öğretebilirim” diyerek rol yaptığını itiraf eder. Bir başka örneği ise, Maria ile aralarında geçen olayda izleriz. Maria, Hürrem’e artık isminin “Gülnihal” ve kendisinin Müslüman olduğunu söyleyince, beklemediği bir tepkiyle karşılaşır. Hürrem, bu haberi duyunca sevineceği yerde, ona çok kızgın bir halde, “Dilin kopsaydı Maria, Müslüman ol, Süleyman’ın altın yolu açılır,” demektedir. Bu tepkiye yeni bir rakibin ona verdiği tedirginliğin neden olduğunu gözler önüne serer. Gülnihal, artık bir arkadaştan çok rakiptir. Hürrem onun sevmeyenleri tarafından başına bela edileceğini düşünür ve bunda da haklı çıkar. Aslında bu konuşmalar başından beri söz edildiği gibi, Hürrem’in iktidar yolunda birçok unsuru araçsallaştırdığını gözler önüne sermektedir.
İç Benlik
Hürrem’in iç dünyasını çözümlemeye çalışacağımız bu bölümde, rüyaları, Maria ile ve kendi kendine yaptığı konuşmaları aktararak, bir niyet okumasına girişeceğiz. Osmanlı sarayına gelmek yerine ölmeyi yeğleyen Hürrem’in, gemide sarf ettiği “Yüce İsa’dan diliyorum, sultan ölsün, sarayı çöksün,” temennisinden, zamanla savaşa giden sultanın ölmemesi için dualara doğru dönüşümü izlediğimiz Muhteşem Yüzyıl’da, Kanuni’yle aralarındaki aşkın, Hürrem’e tüm acıları unutturduğuna şahit oluruz. Edirne sarayına gelin verilmek istediğinde, geldiği harem cehenneminden eline geçen kurtuluş anahtarını kabul etmeyecek kadar Kanuni’ye aşıktır. Başka bir adama yar olmamak için kaçma planları yaparken, Maria’nın, “Bebeğin olmadığını itiraf et kurtul bu yalandan,” sözlerine, “Doğru bebek yok, aşk var, ben aşık Sülüman’a, Sülüman yok, başka erkek bana el sürse ölürüm,” cevabı, Maria’nın ona acıyarak, “Sen esaslı aşık olmuşsun, yazık sana,” sözleri, onun sultanı ne kadar çok sevdiğini de göstermektedir.
Hürrem’in, saraya ilk geldiği günden itibaren, Valide Sultan ve Mahidevran Sultan başta olmak üzere, topladığı tepki, onu öldürme teşebbüslerine varacak kadar nefrete dönüşür. Fakat Hürrem’in karşı karşıya kaldığı birçok olayda, “Sülüman yok! Hürrem yok!” sözleri, Kanuni’nin yokluğunu ölümle eş tuttuğunu düşünmemizi sağlar. Müslüman oluşundan yola çıkarak, davranışlarının gerçekliği üzerinden yürüttüğümüz tartışmada, elinden bırakmadığı haçının bizi acabalara düşürdüğü bir gerçektir. Kanuni’nin yanına halvete girmeden önce bile elinden düşürmediği haçı, rüyalarından “Yüce İsa, geldin!” diyerek uyandığı görüntülere ilaveten, sıkıntıya girdiği anlarda, komik bir şekilde söylediği “Allah, bismillah, bismillah” sözleri, rol yaptığı izlenimini de vermektedir. Gördüğü rüyalarda, güçlü olmak için annesine söz verirken, “Bak anne sultan yanımda, oğlum Mehmet burada, o büyüyünce sultan olacak dünyayı yönetecek,” diyerek sultan ile ulaştığı iktidarı işaret ederken, odasının penceresinden gökyüzüne bakarak dua ettiği anlarda, “Anne koru beni, bebek olacak, kızın aşık oldu, Sülüman iyi sultan, beni çok seviyor, büyük savaş gitti, ona bir şey olmasın, benim için, doğacak şehzade için geri dönsün,” sözleri, Kanuni’ye duyduğu sevginin şüphe götürmeyecek gösterenleridir.
Muhteşem Yüzyıl anlatısıyla Hürrem, bütün sarayın kendisinin olacağını, cariyelerin önünde eğileceğini söyleyecek kadar kibirli, Mahidevran’ın onu öldürme girişimi konusunda “Ben de olsam aynını yapardım,” diyecek kadar dürüst ve Kanuni’nin yeni bir cariyeyle halvete gireceğini duyduğunda, ölümü göze alarak sarayı terk etmeye kalkacak kadar cesur ve aşık bir kadın. Bizlerin daha çok “içi dışı bir” dediğimiz kişiliğe yakın olduğu izlenimini veren, çok fazla politik davranamayan, kızdığı anda içinden ne geliyorsa söyleyen Hürrem, saraydaki yaşama uymak, sarayda kalabilmek için duygusal durumunu kontrol etmek zorunda. Müslüman olması da dahil olmak üzere, gösterdiği tüm bu çabalar bizlerin Hürrem’i aşkı için savaş veren bir kadın olarak görmemizi sağlamaktadır.
Sonuç
Gayrimüslimlerin yazdığı anekdotlardan, Osmanlı topraklarında yaşayarak daha sonra terk eden pek çoğunun, orada yaşarken zoraki Müslüman olduklarını, sınırlarından çıktığı anda, Osmanlı Devleti’ne lanet okuduğunu anlarız. Seçkinlerin tercihleri doğrultusunda düzenledikleri yaşantılarında, onların istediği gibi oldukları algısı yaratmak maksadıyla, insanlar zaruri durumlarda, belirli sosyal kimliği temsil edecek performans sergileyebilirler.
İnsan, bireysel hareketinden topluluk halinde yaşamaya başlaması ile birlikte, çeşitli rollere bürünmektedir. “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı de”, “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” gibi atasözleri, yaşadığımız toplumda sık sık bizlerin de kullandığı, nabza göre şerbet verilmesi gerektiğini söyleyen, zamana ve mekâna göre rolümüzü belirlememizi öğütleyen deyişlerdir. Bir arada yaşamanın gerekliliği olarak üretilen değerler, günlük yaşantıda iktidar tarafından politikaların yeniden üretim sürecinde zamana göre şekillenerek, toplumun değerlerine göre hareket edilmesi gerektiğini gösteren kanunlar ile desteklenmektedir. Günümüzde siyasilerin, farklı coğrafyalarda, farklı politik görüşe sahip insanların yanında, beyanlarını hızlı şekilde o bölgelere uyarladıklarına şahit oluruz. Bu nedenle Hürrem’in din değiştirme durumu ele alındığında, çok fazla olumsuz önyargıda bulunmadan değerlendirilmesi daha uygun olacaktır.
Merkezi yönetim ile yönetilen bir sistem için, çeşitli vasıtalar aracılığıyla iktidarı kuvvetlendirmek gereklidir. Padişahın herkesin ve her şeyin sahibi olduğu Osmanlı Devleti’nde, idarenin sürdürülebilmesi için en büyük yardımcı öğelerin başında din gelmektedir. Sarayın her alanında hanedanın devamlılığı üzerine kurulu olan hayatta, birçok tutum ve alışkanlıkta İslam’a aykırı öğeler göze çarpsa bile, İslam’ın baskın unsur olduğu görülmektedir. Tartışmaları göz önünde bulundurduğumuzda, Hürrem Müslüman gibi davranmayarak direnseydi ne olurdu? Tabii böyle bir durumda ulaştığı konuma asla gelmeyeceğinden emin olduğumuz Hürrem, Osmanlı topraklarında yaşam şansı bulamayabilir miydi? Sistemin insanlardan dini olarak çok katı şeyler beklenmesi imkansızken, dinin ihtiyaca göre güncellenmesi için Şeyhülislam bulunduran saray, elbette ki tüm kullarının kalplerine hitap edemeyecektir ki, böyle bir derdi olduğu da düşünülemez. Kendisine tamamen biat etmesi için devşirme sistemi uygulayan, kökleriyle bağları koparılan, önce kimliksizleştirilip, daha sonra Osmanlı kimliği verilen bu kişileri, yönetim kademesinde değerlendiren bir sistemde, kimin kalben duruma inandığı çok önemsenmeyecektir. Hürrem’in kalpten Müslüman olmasını isteyen bir padişah olduğunu düşünmek yerine, öyle davranmasını istediğini değerlendirmek de çok doğru olacaktır. Hürrem istenileni yapan, zorunlulukları yerine getiren zeki bir kadındır. Hürrem’in takiyye yapmak yerine, ondan istenilen performansı sergilediğini düşünmek belki de daha doğru olacaktır.
Not: Yedi ödevin yer aldığı dosyadaki diğer yazılara ulaşmak için: Ödevimiz: Muhteşem Yüzyıl