Hulu 20 Mart’ta ürkütücü, gerçek suç hikâyelerini anlatan The Act adında bir antoloji serisi yayınlamaya başladı. Bunlardan ilki aşırı koruyucu annesi Dee Dee ile zehirli ilişkisinden kaçmaya çalışan Gypsy Rose Blanchard’ın hikâyesi.
Yıllar boyunca kas distrofisi, lösemi ve bilumum ölümcül hastalığa sahip olduğuna dair annesi tarafından inandırılarak suiistimal edilen Gypsy Rose’un Facebook’tan tanıştığı erkek arkadaşı Nick Godejon’un yardımıyla annesini bertaraf etmesinin tuhaf hikayesini daha önce HBO’da Mayıs 2017’de yayınlanan Mommy Dead and Dearest belgeselinde izlemiştik. (Bu konudaki yazımı buradan okuyabilirsiniz.)
Dizi, yalnızca anne-kıza neler olduğunu göstermiyor, neden böyle tüyler ürpertici bir şey yaşandığına da eğiliyor. Gypsy’nin (Joey King) annesi Dee Dee’yi (Patricia Arquette) öldürmeden önce nasıl bir hayat yaşadığını görmemizi sağlıyor.
Hikâye Blanchardların durumunda bir tuhaflık olduğundan şüphelenen komşu Mel’in (Chloe Sevigny) gözünden anlatılıyor. Mel’in kızı Lacey (Anna Sophia Robb) ise Gypsy’nin bir tür dert ortağı ve akranlarının dünyasına adım atmasının anahtarı. Cinayete gelecek olursak, flashbacklerle olay yeri görüntüleriyle bir görünüp kayboluyor.
Dizinin merkezinde çarpık ve iflas etmiş bir anne-kız ilişkisi var. Dee Dee kızını çok seviyor, Gypsy Rose çok çok hasta. Annesi her şeyinden feragat ederek kendini kızının iyileşmesine adıyor, dışarıdan baktığınızda hem dokunaklı hem de kahramanca bir hikâye. Hâlbuki banyolarına gidip ecza dolaplarını bir açsanız içinde yüzlerce ilaç olduğunu görünce o evde epey tuhaf şeyler döndüğünü anlardınız.
Dört duvar arasında ne olduğunu kim, nereden bilebilir? Dünyanın en yüceltilen sevgilerinden biri de anne sevgisi. Hiçbirimiz bunu sorgulayamıyoruz bile. Hâlbuki çok kolay kötüye kullanabilecek ve saptırılabilecek bir ilişki bu da. İktidarlarını mükemmel bir ev, temizlik, düzen ve bakım üzerine kuran, giderek evdeki kural sayısını artıran, her şeyin tek hakimi kadınları nasıl açıklayacağız?
2008 yılında Tıp Fakültesi’nde Dekan Yardımcısı olan başarılı ve saygın bir kadın olan Olcay Tiryaki’nin özenle yetiştirdiği kızı Başak Aydıntuğ tarafından öldürülmesi, ardından kızının soğukkanlı tutumuna basında o günlerde bolca yer verilmişti. Perihan Mağden konuyla ilgili Radikal’de yayımlanan yazısında “Bir evde baş başa tıkılı kalmış anne ile kızının cehennemi dansında, neler cereyan ettiğini hem hiç bilemeyiz; hem de gerek kendi kızlarımızla olan ilişkilerimizden, ama asıl kendi annelerimizle olan ilişkilerimizden hiç de fazla zorlanmadan bir dolu bilgiye, detaya, en önemlisi hissiyatlanmaya ya da bunların similasyonlarına varabiliriz,” demişti.
The Act’te annesi tarafından sonsuz bir çocukluk mahkum edilmiş bir ergen görüyoruz. Dizi aslında hasta olanın Gypsy Rose değil, Dee Dee olduğunu bize gösteriyor. Dee Dee, bakımından sorumlu oldukları kişiyi sağlık sorunları olduğuna inandırarak, bu sorunlara bizzat neden olarak ve büyüterek, hayatlarını o hastaya adadığı izlenimini vererek, takdir, sempati ve ilgi kazandıkları Munchausen by Proxy sendromundan muzdarip. Örneğin Gypsy eline şekerli bir yiyecek aldığında anında kıza insülin kalemini saplıyor – sonra Gypsy şekere alerjisi olmadığını öğreniyor bu arada. Doktorlardan, komşulara herkes gayet sağlıklı olan kızını hasta ettiğinin farkına varıyor.
Elbette burada temelde bir büyüme hikâyesi var. Gypsy annesi tarafından oyuncak bebek gibi giydirilen bir genç kız. Yaşıtı genç kızlar gibi giyinmek, makyaj yapmak, cinselliği deneyimlemek istiyor. Ama annesi zaten saçlarının döküleceğini ileri sürerek kızın kafasını traş ediyor, televizyonda yalnız Disney filmlerini izleyebiliyor, kimseyle arkadaş olmasına izin yok, kızın tepesinden bir an olsun inmiyor. Gypsy’nin cinselliğini ve bağımsızlığını baskılamak Dee Dee’nin kızı üzerindeki gücün büyük bir parçası. Neticede Gypsy bir yolunu bulup, kendine gizli bir dünya kuruyor ve her gün biraz daha güçlenerek savaşa hazırlanıyor.
Carrie’den (Brian de Palma), Joan Crawford’un evlatlık kızı Christina ile ilişkisini konu alan Mommie Dearest’a, yakın zamanda izlediğimiz Sharp Objects’e kadar anneler ve kızları özellikle sinema ve televizyon dünyasında her zaman karmaşık ilişkilere konu oldu. Üzerinde mutfak önlüğü, saçını süpürge eden fedakar annelerin sevgilerini alışılmışın dışında hatta zarar verici bir şekilde nasıl ifade ettiğini gösteren, anneliğe özgü güç ve arzuyla ilgili zor mevzulara ışık tutan bu hikayeler her zaman ilgi çeker.
Anne-kız ilişkisi her iki taraf da çok güçlü bir şekilde birbirine bağlı olduğundan dünyanın belki de en ölümcül ilişkisi. Belki bu yüzden hayatı boyunca annesinin sert eleştirilerinden yılsa bile kocaman kadınlar yine de anneleri tarafından onaylanmak istiyor. İnsanın annesinin de başka bir kadın olduğunu anlaması önemli bir dönemeç. Bu aşamaya gelmeden önce anne, her şeyi bilen, sonsuz güce sahip olan, bazen düşman bazen ise kurtarıcı bir efsane. Hâlbuki insan ne zaman onun da benzer sorunlar ve deneyimler yaşayan bir kadın olduğunu anlıyor, sanırım öyle huzura kavuşabiliyor.
The Act’in şu ana kadar iki bölümü yayınlandı. Her şeyi bir oturuşta oturup izlemektense, sindirerek ve hakkında düşünerek izlemek de bir başka deneyim. Patricia Arquette ise insanın aklını başından alıyor. Tavsiye ederim.
DEFNE AKMAN