Kapalı kapılar ardında neler olduğunu kimse bilemez. Eminim siz harika bir annesiniz, annenizi de çok seviyorsunuz ama hayatta bazı insanların başına korkunç şeyler gelir. Bir kadın sırf doğurduğu için sevgi dolu, merhametli falan olmayabilir. Gerçek şu ki, çoğu insan yalnızca çocukken değil, yetişkinken dahi biyolojik annesinin duygusal ve fiziksel eziyetine maruz kalıyor.
Örneğin çocuğunu tekrarlayan tedaviler, enjeksiyonlar hatta gereksiz ameliyatlar sonucu sürekli hasta eden, böylece kendini fedakâr ve sevgi dolu bir kişi olarak gösteren anneler, onların kurbanı olan çocuk ya da yetişkinler, Munchausen by Proxy Sendromu diye bir şey var.
İşte HBO’nun yeni yapımı, yapımcı ve yönetmen Erin Lee Carr’ın Mommy Dead and Dearest belgeseli de Munchausen by Proxy Sendromu, Vekaleten Hastalık* ile ilgili. Belgesel, bir annenin öldürülmesi, cinayetin akabinde engelli kızının kayıplara karışması sonra herkesi alarma geçiren bir facebook paylaşımı yapmasıyla başlıyor. Buraya kadar olan kısmı yeterince şoke edici biliyorum ama esas hikâye buradan sonra başlıyor.
Munchausen by Proxy sendromu, bakıcıların sorumlu oldukları kişiyi sağlık sorunları olduğuna inandırarak, bu sorunlara bizzat neden olarak ve büyüterek, hayatlarını o hastaya vakfettikleri görüntüsünü vererek takdir, sempati ve ilgi kazanmaları anlamına geliyor. Annesini öldürme suçundan dolayı ikinci dereceden cinayetle on yıllık hapis cezasına çarptırılan belgeselin ana karakteri Gypsy Rose Blanchard da annesi Dee Dee tarafından gereksiz tedavilere ve inanılmaz işkencelere zorlanmış bir genç kadın.
Dee Dee Gypsy’yi çocukluğundan itibaren kanser, kas distrotifisi, kromozom anomalisi gibi ölümcül hastalıklar nedeniyle hastanelere taşıyıp duruyor. Gittikleri her hastane Gypsy’nin aslında hasta olmadığını ispatlamasına rağmen, Dee Dee son derece usta bir yalancı. Kızını yürüyemeyeceğine ikna ederek, tekerlekli sandalyeye bağımlı olarak yaşayacak hale getiriyor. Gypsy güya yürüyemediği, annesi yavaş öğrendiğini ileri sürdüğü için yaşıtlarıyla birlikte eğitim göremediği, kendi yaşını bile idrak edemeyecek bir durumda olduğu için başta aileleri olmak üzere herkesi inandırıyor,
Bir Dilek Tut gibi çeşitli derneklerin yardımlarından faydalanıyorlar. Dee Dee ve Gypsy Rose, Katrina Kasırgası’nın ardından Springfield/ Missouri’ye taşınıyorlar ve ünlü oluyorlar. Gypsy Rose, hayatı boyunca ağır hastalıklar çektiği için büyüyemeyen, onu öldürmeye çalışan hastalıklarla savaşan bir kız olarak birçok kişiye umut veriyor. Disney World’e seyahatler kazanıyorlar. Hatta Habitat For Humanity derneği onlara yeni bir ev bile inşa ediyor.
Dee Dee, Gypsy’yi eve mahkum ederek, beslenme sondası takıp bir sürü ilaç vererek ve her gün hasta olduğunu söyleyerek bu deliliğe inandırıyor. Röportajlar esnasında destek olduğunu göstermek için kızının elini tutuyor ama sanmayın ki bunun altında kontrol yok, olur da Gypsy yanlış bir şey söylerse elini sıkarak kontrol ettiği muhakkak. Nasıl olsa döküleceğini ileri sürerek kızının saçlarını kazıyor, böylece kemoterapi gördüğü yönünde insanları inandırabiliyor falan. Tüm bunlar olurken Gypsy artık çocuk bile değil 20’lerinde bir genç kadın.
Diğer yandan Gypsy, internet sayesinde farklı bir dünya olduğunu keşfediyor ve Facebook’ta gizli bir yaşantı sürmeye başlıyor. Daha sonra cinayeti birlikte işleyeceği erkek arkadaşı Nicholas P. Godejohn ile de böyle tanışıyor. Tüm dünyası Disney filmleri ve internet olan ergen bir kız olarak arzularını sağlıklı bir biçimde ifade edemeyince, hayatı boyunca istismara maruz kalmış biri olarak bir başka çarpık ilişkinin içinde kendini buluyor.
Belgeselin yapımcısı Erin Lee Carr, Gypsy Rose mahkeme için beklerken onu hapishanede iki kez ziyaret ediyor ve bu ziyaretler sırasında güvenini kazanıyor, böylece mahkeme esnasında röportaj yapma iznini de alıyor.
Gypsy Rose’un annesi Dee Dee her ne kadar bizzat Gypsy’yi ve aile üyelerini kızın zihinsel bakımdan yeterli olmadığı yönünde inandırsa da, Carr röportajlar sırasında durumun böyle olmadığını, Gypsy’nin zeki, kendini rahatlıkla ifade edebilen biri olduğunu fark ediyor. Gypsy farklı bir gerçeklikle büyütülse de okuma yazmayı kendi kendine öğrenebilecek kadar yetkin bir insan aslında.
Kadınların empati becerilerinin gelişmiş, daha anaç, erkeklere oranla daha sosyal olacağına inanıldığı için anneler ve kız çocukları arasında ciddi sorunlar olabileceği pek düşünülmüyor. Anne-kız ilişkisinin gergin olması norm dışı olarak görülüyor, halbuki bu çoğu evde yaşanan ve görmezden gelinmeye çalışılan bir durum.
Bu konulara girip de Perihan Mağden’den bahsetmemek olmaz. Perihan Mağden çoğu romanında hastalıklı anneler ve kızlarını konu alır ama benim Mommy Dead and Dearest’ı izlerken aklıma doğrudan kendilerini “Ay Birimi” olarak tanımlayan, kutsal kitapları Bambi’yi okuyan, otellerde yaşayan anne-kızın hikayesi Biz Kimden Kaçıyorduk Anne? geldi. Keşke televizyona uyarlasalar da izlesek bu arada!
Annemin beni hiç kimselerin ağlatmasına tahammülü yok. Yalnız ve yalnızca Annem ağlatabilir beni. Ben Annemi ağlatabilirim. Başkalarının bizi üzmesine tahammülü yok Annemin. "Bizi üzenler cezasını bulurlar. Bulmaları gerekir. Annen bunun için var. Burada kaldı. Seni üzenlere günlerini göstermek için. Kabalığın ve kötülüğün cezasını vermek için." Biliyorum Annecim. Onlara cezalarını vermek zorunda kaldığını biliyorum.
Mommy Dead and Dearest izlemesi kolay bir belgesel değil. Sinirleriniz fena halde bozulacak, binbir lanet okuyacaksınız. Öte yandan kesinlikle anlatılması ve anlaşılması gereken bir hikaye.
DEFNE AKMAN
*Munchausen by Proxy Sendromu: Vekaleten Hastalık Dr. İ. Hamit Hancı, Dr. Burcu Eşiyok