Kızıl öldükten sonra Patterson’la Jane’in konuşmalarında hangimizin gözleri nemlenmedi ki? Tamam itiraf ediyorum, Orphan Black’ten sonra ilk defa bir yabancı dizi izlerken hüngür şakırt ağladım.
‘’Eğer bunu çözersek, katilini bulursam şey hissederim sanmıştım… Ben.. Ama aynı his. Sadece boşluk. Çözmek hiçbir şeyi değiştirmedi.’’
Bazı şeyler hakkında hissettiklerim, bunlardan daha iyi cümlelerle anlatılamazdı. Birebir alıntıyı da o yüzden yaptım. Doğruları bilmek her zaman doğru olmuyor, maalesef. Gerçekler acıtıyorsa, yalanlar iyi gelecekse yaralara, varsın yalanlar olsun. Eğer konu birini kaybetmekse, eğer sevdiğiniz biri, bir telefon ya da yollar kadar yakın değilse size, ne anlatmaya çalıştığımı daha iyi anlarsanız.
Patterson bir noktaya daha doğru bir yerinden parmak bastı. ‘’Vaktim vardı, gidebilirdim, yapabilirdim ama gitmedim,” dedi. Hiç kimse şu çaresizliğini yaşamasa keşke, keşke dünyada böyle bir çaresizlik çeşidi olmasa: Yapmadıkların, yapamadıkların için pişman olmak. Öylece yaşıyoruz. Herkes bir şeylerin peşinde, oradan oraya savruluyor. Yarına bıraktıklarımız, ertelediklerimiz oluyor, yarının ne getireceğini bilmeden. Günler, aylar sonrası için planlar yapıyoruz. İki dakika sonrası belli değilken. Neyi atlıyoruz? Bu telaşe içinde hangi şeyden alıyoruz plan yapma, insanları kırma, erteleme gücünü? Diziye bağlanacak olursak tekrardan, Patterson’un söyledikleriyle gaza gelip Kurt’e geldi Jane. ‘’Bize ait bir an olsun istedim,’’ diye öptü Kurt’ü. Şükürler olsun.