The Life and Lies of Rick Grimes
İkincisi ise protagonistinin griliği. Bölümün konusu da bu aslında. Siyah ve beyaz diye ayrılmamış karakterler televizyonun yeni dünyasında şart artık; ancak baş karakterin griliği hatta Rick özelinde siyahlık çizgisiyle sevişen griliği, ekranda çok da rastlamadığımız bir yenilik. Halbuki biz çok daha geleneksel kodlara alışığız, hele söz konusu distopik/fantastik evrenler olduğunda. Gri Gandalf Ak Gandalf’a dönüşürken hep aktır mesela, hiçbir zaman gri değildir, ak olmak için bekler. Yoda, dünyanın en bilge kişisidir ve hep iyiyi öğütler. Golünü son dakikalara saklayanlardan biri de J.K. Rowling mesela. Kendisine hiç yakışmayacak beyazlıktaki Albus Dumbledore’u, simsiyah birinin, Rita Skeeter’nın aracılığıyla karartır son kitabında. Bu işi yerle bir etmeye bayılan bir numaralı isim de GRRM malum. Bembeyaz diyebileceğiniz tek karakteri Ned Stark’a fazla dayanamaz, kellesini uçuruverir hemen.
The Walking Dead’in kendine yüklediği birinci sorumluluk izleyicisine bir ayna tutmak, hani neredeyse koca bir bölümü devasa aynalarla çekseler şaşırmayacak insan. Üstelik o ayna da girift, zaten kendi karakterlerinin karşısına, insan doğasının deformasyonunun sembolü olan zombileri koyuyor, bu bölüm ise o aynayı bir anda kameraya çevirip izleyicisini teste tabi tutuyor.
Evet, TWD derdini tüketti belki ama derdini anlatmanın farklı yollarını bulma konusunda uzman olduklarını da söylemek lazım. Rick’in canavarlığı test edilirken bizim tepkimizi de sınıyor aslında. Örneğin Morgan’a kızmak çok kolay, evet verdiği kararlar kötü sonuçlar doğuruyor ama hayatın bile kuralının değiştiği yerde “Her hayat önemlidir,” düsturuna tutunan birine hemen tu kaka etiketi yapıştırmak tam da bizim doğamızın becerebileceği bir şey herhalde. Carol’ın gün geçtikçe çıldırıp tamamen obsesif bir ölüm makinesine de dönüşmesini alkışlamak da aynı şekilde. Carol-Morgan sahnelerinde hangimiz içten içe, hatta çoklukla içten dışa Carol’ı desteklemedik ki? Hayatta kalma içgüdüsü tam da böyle bir şey işte, ekrandan izlediğimiz bir kurgu karakterin bile hayatta kalmak için son insani kırıntılarından vazgeçmesini istiyor insan.
Babasını öldüren Rick’i canavar olarak gören, garip bir dünyada büyümeye çalışan bir çocukla insan olmanın gerekliliklerinden biri olan empati kurmayı bile beceremememiz bu sebepten belki de. Evet, masumiyetin kaybı o dünyada hayatta kalmak için şart. Zombilerin bağırsaklarıyla süslenmiş bembeyaz çarşaf o küçücük çocuğun, hatta Judith’in üstüne geçirildiğinde insanlık namına bir şey kalmıyor belki de. Herkesin kirlendiği bir nokta var bu hayatta. Ama, annesinin katil olduğunu görmüş, babasının katili yanı başında, yüzlerce zombinin ortasına yürüyerek çıkmak zorunda kaldığında; normallikle olan son bağına tutunup “anne” diye seslenen bir çocuğa “Sussana lan!” diye çıkışmak…
Sahi, biz ne zaman kaybettik insanlığımızı?