Deniz'in, sevgilisi Tarık'ın babası Malik'i öldürüp öldürmediği muamması ve kızımızın bizzat sevgilisi tarafından polise teslim edilmesi ile hikâye başlıyor. Karakter zenginliği ve mekânların ekime-dikime uygun olmasından anladığım kadarı ile senaryo öyle bir dallanıp budaklanacak ki o topraklar elli kere el değiştirecek, o evler binlerce kez restore edilecek, bol bol çiftler arasında değişimler olacak ve daha fazlası... Açıkçasını söylemek gerekirse ilk bölümden bu kadar hareketli ve tempolu gireceğini düşünmüyordum Zeytin Tepesi'nin, bu bende hoş bir şaşkınlık yarattı. Gerçi şunu belirtmem gerek, tempo ve karakter zenginliği kendini sevdirse de, diyaloglar kimi zaman o kadar sallapati oldu ki zap yapmayı düşünmedim değil. Bilhassa "Ssekiz sene içeride kaldım, sekiz sene be!" ve " Ben memleketimi özledim, burada kalıcam!" inadı gibi sürekli tekrarlanan hatta annemin tabiri ile 'fazla mayalanmış çöreğe' dönen lakırdılar kimi sahneleri öldürdü, onlara fazladan dikkat etmek gerek diye düşünüyorum. Sahneydi, lakırdıydı, karakterlerdi derken mekanların ve güzelim Cunda'nın hakkını vermeyecek değilim, izlerken insanın içi açılıyor. Fikrimce ilerleyen bölümlerde, dizi yayın hayatına devam ederse bu doğal güzelliklerin ekmeğini yapım ekibi de biz de çok yiyeceğiz. Şahsen bununla alakalı bir sıkıntım asla olamaz. İstanbul silüeti görmekten epeyce sıkıldım çünkü.