Hans Christian Andersen, Danimarkalı fakir bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Babası ayakkabı tamircisiydi, annesi de çamaşırcı. Zor bir çocukluk geçirdi fakat bunu sanatla açığa vurmak istedi. Oyuncu olma isteği, yakışıklı bulunmamasından ötürü rafa kalktı. Fakat yazıları ve mizahi kısa hikayeleri, Andersen Masalları’ndan (ya da Andersen’den Masallar’dan) önce okuyucuların dikkatini çekmesine sebep oldu. En bilinen masallarından biri Çirkin Ördek Yavrusu’dur hala ve bu hikaye, aslında yazarın kendi çocukluğundan esinlenmiştir. Diğerleri de öyle mi bilinmez ama benim aklımın almadığı bir Andersen Masalı var, izninizle paylaşmak isterim: Prenses ve Bezelye Tanesi! Hikayede, prensesin ‘gerçek olup olmadığının’ anlaşılması için 40 kat şiltenin altına bir bezelye tanesi konur ve sabah kalktığında saraydakiler tarafından prensese nasıl uyuduğu sorulur. O da “Hiç rahat değildim, ne olduğunu anlayamadığım bir şey beni rahatsız etti, vücudum mosmor oldu,” gibi bir şeyler söyler: Evet, prenses gerçektir; prensimize hayırlı olsun! Çünkü; ona layık olduğu kanıtlanmıştır! İşte sosyal sınıflar içindeki farklılıkların, eskiden hiç hoş karşılanmadığını ve şimdi o kadar tepki çekmediğini düşününler, Yüksek Sosyete’nin son bölümüyle adeta beyninden vurulmuşa dönmüş olabilir. Gerçekten insanın içini kıyan bir bölümdü.
Bu sınıf farkı, hala birçok insan için problem; yaşarken bile. Yürürken içinizden söylenmediğiniz, başkalarını küçümsemediğiniz bir hayatınız oldu mu şimdiye kadar? Olmamış olması muhtemel! Kimse kimseye kolay kolay layık olamıyor çünkü. Bu problemin aşılabileceğine olan inancım, artık yok zaten de, ülkenin en büyük kanallarından birinde, bilinen bir ekip tarafından kaleme alınan bir dizinin bu kadar ‘ham’ bir işe imza atmasını anlayabilmiş değilim. Bu dizinin ana problemi, farklı sınıflar içerisindeki iki insanın bir türlü birbirine karşı bunu itiraf edememesi ve itiraf edecek gibi olduklarında da sürekli olarak bir şekilde çevreden etkilenip söyleyememeleri. Rüzgarda uçuşan yapraklar gibi sırf sınıf farkı var diye oradan oraya başkaları tarafından yönlendirilebilen bir ilişki gerçekçi olmayı geçti; şu an biraz bunaltıyor bile. Burada kimsenin evlenip evlenmemesiyle ilgili olarak konuya bakmıyorum, ama misal bu bölümde, yinelenen “birlikte olamayız, bitti”leri de idrak etmek mümkün mü? Birisi başkasına onu sevdiği söylediğinde, söylediği kişi de onu seviyorsa -ülkenin kaymak tabakasındaki biri olduğu için- buna karşılık verememesi bir yere kadar anlaşılabilir. Ama 14 bölüm olmuş ve arkada, bölümün iyi ya da kötü olmasının bir şeyi değiştirmediği, müthiş bir emek var; emeğin karşılığı yok. Yani, günümüzde ilişki konusunda böyle savrulduğumuz modern bir Andersen Masalı olamaz. Andersen esintisi, zamanında ve kağıdın üstünde güzel bana göre. 14. bölümle ilgili kısa notlara bakarsak bunu daha iyi anlayabiliriz:
* Cansu Kerem’e, “Seni seviyorum”a karşılık olarak, “beraber olamayız,” dedi.
* Mert kurulu toplamaya ve kendini onlara kanıtlamaya karar verdi.
* Bunda başarılı oldu ve Kerem’in oradan gidememesi için hiçbir engel kalmadı.
* Süreyya, sevdiği adama karşılık, kocasının derneğe gelmesiyle mahcup oldu.
* Kocasının sevgilisi Işıl, haberlerde her şeyi anlatacağını söyledi.
* Buna karşılık Baba Korhan, sahte çek yazan Işıl’ı hapse attırmakla tehdit etti.
* Bedia Çalhan, Mert’e ilk başta laf söyledi, kurulda başarılı olduğunda da sustu.
* Abisiyle ilgili meçhul durumdan ötürü, şirketteki boş pozisyona uygun duruma gelen Cansu bu yere gelmek istemedi. Bu konuda ablasından yardım istedi.
* Neden şirkete gelmek istemediğiyle ilgili Cansu’nun üstüne giden Begüm, onun Kerem’e aşık olduğunu öğrendi.
* Kerem’e yamanması için arkadaşı Sude ile iş birliği yaptı.
* Cansu Sude’yi kıskandı.
* Ece kızgın ve kırgın olduğu Mert’e oldukça dengesiz davrandı: çok ince hareketler ve yardımlarda bulundu ama sonrasında beraber olmadıklarını hatırlattı.
* Bedia Çalhan’ın ağzını aradığı Ece, sonunda babaannesinin kesinlikle başka bir sınıftan kızı kabul etmeyeceğini öğrendi. Bu da elma-portakal örneğiyle pekiştirildi.
* En sonunda sevgisini açıklamaya karar veren Cansu, telefonun Sude tarafından açılmasıyla fiyaskoyu tamamladı.
Atlanan yerler vardır ama aşağı yukarı, dün olanlar böyleydi. Ne zaman bitecek diye gözü saate takılan ama buna rağmen, iki saat boyunca diziyi izleyenleri tebrik etmek istiyorum. Çünkü insan kendi hayatına sabreder ama televizyon karşısında sabretmez, kanalı geçmesi bir saniyesini alır ve her şey parmaklarının ucundadır! Şu da var: İzleyenler arasında, dizinin karakterleri gibi, hayatı siyah veya beyaz olarak yaşayanlar olabilir belki ve ekranda da aynı şeyi izliyorlardır. Hatta öyle insanlarla yaşıyor da olabilirler. Kendilerini Cansu’nun yerine koyup bütün sıkıntıların bitmesini, artık birilerinin ekranda bile olsa mutlu olmasını; mutlu olmak amacına erişilmesini istiyorlardır. Bu insanlar, ülkenin herhangi bir yerinde, herhangi bir durumunda olabilirler; ama dram izlerken arada mutlu olabilme ihtimalini seviyorlardır. Bence; bu durum biraz göz önüne alınsın -hem konu- daha gerçekçi olabilir böylece. Dizi alarm veriyor çünkü.