Kapı kapanmadan hemen önce, ardı ardına metroya binen bir erkek ve bir kadın. 70’lerinde, iyi giyimli, kibar erkek hemen kapının yanındaki, boş bulduğu sandalyeye oturur. Aynı yaşlardaki, görünürde de her bakımdan adamın dengi kadın, birkaç sıra gerideki tek boş koltuğa ilerlerken trenin ani yol alışıyla sendeler, düşecek gibi olur. Oturan erkek, yardım için kalkmaya yeltenince göz göze gelirler. O kısacık bakışmalarında refleksi aşan bir şey, benzer olduklarına, ikisinin de yalnız olduğuna, o an kol kola girerlerse hayatlarının kalanını beraberce mutlu yaşayabileceklerine dair tuhaf bir ihtimalin pırıltısı yanar ve söner. Kadın hemen toparlanıp yaşına göre çevik adımlarla gerideki boş koltuğa ilerlerken adamın hareketi, koltuğa daha iyi yerleşme görüntüsüne evrilir. Yol boyunca tekrar göz göze gelmekten itinayla kaçınırlar.
Polisiye diziler bakımından çok verimli geçmekte olan yılın en iyi sürprizlerinden What Remains’iizlerken, gözümün önüne bir- iki kez bu sahne geldi. Birkaç yıl önce, Fransa’da bir metroda tanık olduğum bu 'an', zamanın ruhunu anlatan temel resimlerden biri benim için. Yalnızlığa, bireysel yeterliliğe, kişisel alan arzusuna dair bir alışkanlığın, insanın temel ihtiyaçlarından birine, yakınlık ihtiyacına ve yalnız ölme korkusuna galebe çalması... Sabah kahvesinin ilk yudumundan uykuya geçene dek bir biçimde 'connected' olduğumuz, sosyal medya aracılığıyla tanımadığımız bir yığın insanın günlük hayat akışları hakkında kolaylıkla, an be an bilgi edinebildiğimiz bu çağda yalnızlık şikayeti de durmadan artıyor. Daha doğrusu, kazanılmış, edinilmiş bir şey olan yalnızlığımızı seviyoruz ama buna tezat biçimde de bir dakika olsun iletişimsizlik haline tahammül edemiyoruz ve tüm o mesaj uyarıları, bildirimler, yanıp sönen ışıklar arasında şu söz de komik bir şekilde hayatımızdaki etkisini sürdürüyor: “Ölsem haberin olmaz!”
Çoğumuz bir kez olsun, ikili bir tartışmanın en hararetli noktasında, bu maksadını aşan, gereğinden daha iç paralayıcı, o-an-için-söylenmemesi-imkansız ama hatırlayınca insanı mahçup eden, ruhun en dibinden, tavan arasından ses veren sözü etmişizdir. Çünkü pek dillendirilmese de 'gerçek yakınlık' dediğimiz şeyin ana temalarından biri bu. Ölüm anına, o hakkında pek bir şey bilmediğimiz, kaçınılmaz, ürkütücü karanlığa eşlik edecek kadar yakın olmak. Var olduğumuzu, bu dünyadan geçtiğimizi teyit edecek miktarda anı ve iz bırakmak ama öncelikle, bunu da garantileyecek biçimde, ölümde ve cenazede yalnız olmamak için. O yüzden 'en yakınım' dediğimiz kişiler günlük hayatımızın bilgisine öyle bir göz atış, aşinalık düzeyinde değil, gerçekten sahip olanlar. Bir günlüğüne ortadan kaybolacak olsak bize ne olduğunu merak etme, onunla da yetinmeyip kapımızı çalma, cevap alamazsa ortalığı ayağa kaldırma potansiyeline sahip kişileri 'gerçek-en-yakınlarımız, gerçekten yakınlarımız' olarak kodluyoruz. Yalnız ölme riskini artık az çok herkes kabullenmiş durumda ama cesedinin günlerce bulunamayacak olma ihtimali, dünyayın her yerinde halen, herkes için korkunç bir şey...
Dört bölümlük İngiliz polisiyesi What Remains [1] işte bu en temel çağcıl korkulardan biri üzerine kurulu oluşuyla cazip rakipleri arasında kendine özgü bir yer edinen bir mini dizi. Günümüzde polisiyede ulaşılabilecek en cool noktayı temsil eden, benzersiz Kuzey karası İskandinav polisiyelerinden mini dizilere, son bir- iki yıl polisiyeseverler için bir drama cenneti oldu.Forbrydelsen (Killing), Broen (The Bridge) gibi şimdiden efsaneleşmiş İskandinav polisiyelerinin yeniden çevrimleri de ses getirirken birbiri ardına başlayan İngiliz polisiyeleri ile dev bir suç lunaparkına salınmış çocuklar gibi şeniz. Broadchurch, Mayday, Southcliffe gibi İngiliz kardeşlerinin yanına tüm alımlılığıyla oturan Jane Campion’ın Top of the Lake’i de 'taşra suçları' ya da 'kasaba polisiyesi' tabir edebileceğimiz türde. Tematik ve görsel tüm farklılıklarına karşın bu dizilerin tümü, kan bağı, tanıdıklık ve dolayısıyla ensede soluğu hep hissedilen çocukluk travmalarının coğrafi sınırlardan daha boğucu bir yaşam hattı çizdiği taşrayı başrole oturtmasıyla benzeşiyor. Belfast’ta geçen The Fall da alışıldık merkezlere uzaklık bakımından taşralılığın' cazip' polisiye imkanlarından bir parça yararlanıyor. Günümüz metropol yaşamına dikkatli bir cerrahi müdahalede bulunmasıyla akranı türdeşlerinden farklılaşan What Remains ise soğukluğu, yavaşlığı ve kasvetiyle Nordik dokunuşlardan payını alarak, Londra’da bir apartman dairesinde de yaşamın en az taşrada olduğu kadar “kıstırılmış” olabileceğini söylüyor. Dizinin, başından sonuna boğazı hafifçe sıkan nemli bir el hissi yaratan klostrofobik dünyasına bir göz atalım önce.
Oldukça şişman bir genç kadın, eski bir apartmanın merdivenlerinden, ağır adımlarla çıkar. Dairesine varır varmaz marketten aldığı öte beriyi tezgaha koyar ve 'içeride' olmanın, yabancı gözlerden kurtulmanın verdiği gözle görülür bir rahatlamayla çikolatasını yemeye koyulur, tavan arasından gelen bir tıkırtıyla irkilene dek... Ona yemenin hazzı dışında pek az seçenek sunan kısacık hayatında tadacağı son küçük mutluluktur bu.
Tezgahta çürümüş ekmekler, gri bir küf bulutuna dönüşmüş ananas vb. detaylarla birkaç yıl sonrasına atlarız. Apartmana yeni taşınan genç bir çift, tavandan damlayan suyun kaynağını araştırırken üst dairenin tavan arasında bir kadın cesedinin kısmen mumyalaşmış kalıntılarıyla karşılaşır. Polisin apartman sakinleriyle yaptığı ilk görüşmelerde cesedin, dairenin genç sahibesi Melissa Young’a (Jessica Gunning) ait olduğu anlaşılır. Bu sessiz sedasız, şişman kız en az iki yıldır ortalarda görünmemiştir ama belli ki yokluğuyla bile komşularının ilgisini çekmeyi başaramamıştır. Emekliliğine ramak kalmış, bir hastanede ölmekte olan ağabeyi ve tek tük dostu dışında kimsesi olmayan ihtiyar dul dedektif Len Harper (David Threlfall) dışında, polis için de kısa süren bir soruşturmadır bu. Eldeki verilerin yetersizliğinin de etkisiyle, ölümün kaza ya da bir tür intihar olduğu varsayılarak dosya rafa kaldırılır. Ne ki genç bir kadının bir tavan arasında tek başına ölüp çürümesindeki kesif, ürkütücü yalnızlık meslek hayatının son günündeki Len Harper’ın içine dokunur. Melissa’nın ölümünü aydınlatmak onun için mesleki sorumluluğun ötesine geçer, giderek bir takıntı halini alır. Apartmandakilere emekli olduğunu söylemeyerek gizli gizli olayı soruşturmaya devam eder.
Dışarıdan hoş görünen, içeri girildiği andan itibarense fare kapanından hallice bu eski apartman gibi, ilk bakışta düzgün insanlara benzeyen apartman sakinlerinin de karanlık sırlarla dolu olduğu kısa sürede anlaşılacaktır. Yeni taşınan genç ve güzel çift; Michael Jenson (Russell Tovey) ve Vidya Khan (Amber Rose Revah) bebeklerinin doğumuna hazırlanırken gayet mutlu görünmektedir. Ama fakir bir ayakkabı satıcısı olan Michael parasızlığından duyduğu hıncı, apartmanda karşısına çıkan, lise yıllarında kendisini sürekli eleştiren eski matematik öğretmeni Joe Sellers’a (David Bamber) yönelttiği agresif tavırlar ve iğneli sözlerle çıkarmaya çalışır. Apartmanı fazlasıyla sahiplenen ve hayatında da kimseleri istemez görünen kontrol budalası ihtiyar huysuz Joe Sellers’ın dairesinde yıllardır herkesten habersiz bir tür yarı hapis hayatı yaşayan genç bir kadın, Liz Fletcher (Denise Gough) vardır. Tasarımcılık yapan sofistike lezbiyen çift, Elaine (Indira Varma) ve Peggy’nin (Victoria Hamilton) ilişkisi sallantıdadır; kaba, kibirli, tahakkümcü Elaine, Peggy’nin taşınma isteği nedeniyle huzursuzdur. Gazeteci Kieron (Steven Mackintosh) ve meslektaşı kız arkadaşı Patricia (Claudia Blakley)’nın iyi görünen ilişkisi, alkol sorunu olan boşanmış Kieron’un ilişkide ileriye yönelik adım atma kararsızlığının gölgesi altındadır. Kieron’un seks delisi, agresif oğlu Adam’ın (Alex Arnold) tuhaf tavırları da Patricia’nın hayatını zorlaştırmaktadır. Karakterlerin yüzeyin altındaki tuhaflıkları, ilişkilerindeki hastalıklı haller su yüzüne çıkarken, Melissa’yla ilişkilerinin boyutları konusunda da hemen hemen hepsinin yalan söylediği anlaşılır. Her biri cinayet işlemek için kendince sebeplere sahip gibi görünen ve mekansal ortaklığa sahip yeterli sayıda “şüpheli” ile bir whodunit[2] evreninde olduğumuz da netlik kazanır.
Dizi, Inside Men, Worried About The Boy gibi çalışmalarıyla bilinen, EastEnders’ın da yazarlarından Tony Basgallop’un whodunit türündeki ilk çalışması, hatta yazar, kariyeri boyunca genel olarak polisiye dizilerden kaçındığını belirtiyor.[3] Hele de polisiyeye bu kadar uzak bir yazar için mükemmel iş çıkardığı ortada! Basgallop’u kahramanının bir polis olmasına ısındıran şey,Shameless’ın Frank Gallagher’i olarak tanıdığımız başarılı oyuncu David Threllfal’ın canlandırdığı dedektifin daha birinci bölümde emekli olması, yani pek uzun süre polis kalmaması olmuş! Len Harper’ın gizemi çözmedeki temel motivasyonu; bu yaşlı dedektifi maktülle özdeşleştiren derin yalnızlık, yazara cazip ve inandırıcı gelmiş.
Dizide ilk bakışta, tavan arasında bulunan cesetten meslek hayatının son günlerindeki veteran dedektife her şey o kadar tanıdık ki yazarın tam hakim olmadığı bir türde güvenle ilerlemek için kendine klişelerden bir patika ördüğü izlenimi edinebilir. Ancak kısa sürede bu çok sayıda klişenin verdiği güvenlik ve hakimiyet hissi yazarın izleyiciyi öykü dünyasına çekmek için kullandığı bir yem halini alıyor. Dizi, pek az televizyon yapımının başarabildiği bir şeyi başarıyor: Türe özgü klişelerle güçlü bir 'mesele' ortaya koymak ve ağır ilerlese de asla sıkıcı olmayan, finale doğru sürprizlerle yol alan inandırıcı, iyi bir hikaye.
What Remains’in izleyiciye sürekli bir 'gözetleme' hissi veren çekici anlatımında dizide neredeyse ana karakterlerden biri olan apartmanın görsel tasarımının da payı büyük. Dizinin yapım tasarımcısı Lisa Marie Hall, binanın dış çekimleri için Londra, Greenwich’te bir evin kullanıldığını, iç mekan çekimlerininse planlama ve mimari detaylar bakımından tam bir kontrol sağlayabilmek amacıyla tümüyle Ealing ve Wimbledon Stüdyolarında inşa edilmiş setlerde gerçekleştiğini söylüyor.[4]
Dizide sıkça kullanılan geri dönüşler, her bölümde şüphelilerden bir ya da ikisini öne çıkaracak biçimde Melissa ile diğer apartman sakinlerinin ilişkilerini serimliyor. Harper’ın araştırmasına paralel, son derece ekonomik ve zekice kurgulanmış bu geri dönüşlerle sırlar ve yalanlar birer birer açığa çıkarken ağır ve sakin anlatıma rağmen dramatik tempo hiç düşmüyor. Kişileştirme düzeyinde de klişeler dengesi çok iyi kurulmuş; sert ve havalı lezbiyen, kontrol delisi orta yaşlı öğretmen, problemli ergen vb. 'tip'ler, tanıdıkça ruhunun derinliklerinde gezindiğimiz çok boyutlu karakterlere evriliyorlar. Her bakımdan matruşkaları andıran ve bizi nihayetinde insan ruhunun tavan arasına, çekirdekteki korkuya götüren anlatısal yapısıyla dizi, whodunit kalıplarından yararlanan ama türle hiç ilgisi olmayanların da severek izleyebileceği çok iyi bir dram. What Remains, kent hayatının getirdiği yalnızlığa dair, görüp görebileceğiniz en çarpıcı ve ürkütücü dizilerden biri...
________________________________
[1]Tony Basgallop’un yazdığı, Coky Giedroyc’un yönettiği BBC yapımı dizinin ilk bölümü 25 Ağustos 2013’te BBC One’da yayınlandı.
[2] Türkçe’de “Kim Yaptı” ya da “Katil Kim” adı verilen klasik dedektiflik hikayelerinin genel ismi.
[3] "What Remains: A new thrilling four-part whodunit written by Tony Basgallop for BBC One".BBC. 14 August 2013. http://www.bbc.co.uk/mediacentre/mediapacks/whatremains/
[4]Marie Hall, Lisa (23 August 2013). "What Remains: Creating a set as ominous as the crime". BBC.http://www.bbc.co.uk/blogs/tv/posts/What-Remains