Belki görmüşsünüzdür. Dilini bilmediği bir ülkeye giden insanlar bir şekilde diğerleriyle anlaşmanın yolunu bulurlar. Bu belki Roma’ya gidip oradaki esnafla iletişim kurmak olabilir. Afrika’da bir kabile içerisinde çocuklarla arkadaş olmak olabilir. Çok şey olabilir, her şey olabilir…
Bunu yapabiliyor olmamızın bir nedeni var. Diller, kültürler ne kadar birbirinden uzak olursa olsun bazı duygular evrensel. İnsanın doğasında olan saf, içini kötülükle doldurmaya çalışsanız da en dibinde bir parça kalan sevgi parçacıkları bunlar.
This is Us da böyle bir dizi bence. Evrensel bir anlatısı var. Konuşulanı anlamasanız bile hissedeceğiniz bir şey var bu dizide. Yüzdeki ifadelerden, jestlerden, sesin tonundan, bakışlardan… Eğer duygusal şeyler izlemeyi seviyorsanız tam da sizin aradığınız gibi bir dizi olabilir. Bunu henüz başlamamış olanlar için söylüyorum. Görünürde klasik bir aile hikayesi gibi duruyor ve hatta fazla tesadüfi bir hikaye izliyormuşuz gibi olsa da öyle değil. Her bir parçanın yavaş yavaş yerine oturduğu, kimi zaman eğlenceli kimi zaman hüzünlü bir hikaye izliyoruz.
Buradan sonra yazacaklarım diziyi izlememişler için sürpriz bozucu olabilir. Özellikle ilk bölümle içine çeken bir dizi. Zaten ilk bölümden kendinizi diziye bırakmadıysanız gelecek bölümlere şans vereceğinizi düşünmüyorum. İlk 10 bölümün ardından sezon arasına girmesi üzerine bir şeyler yazmak istedim. Hepsi bu! Ve hala başlamadıysanız kesinlikle TAVSİYE ediyorum. En azından şans verin.
This is Us geriye dönüşlerle ilerleyen, iki dönemi bir arada anlatan keyifli bir dizi. Jack ve Rebecca’nın hikayesini izliyoruz bence. Bir nevi şimdiye bıraktıkları mirası olan çocuklarını ve onların çocuklarıyla olan bağlarının derinliğini görüyoruz. Ana karakterimizin Jack olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Zira hikayenin belli bir noktasından sonra onun öldüğünü öğreniyoruz.
Jack ve Rebecca, üçüz bekleyen bir çift. Doğum sırasında çocuklarından birini kaybediyorlar ve o sırada hastaneye bırakılmış siyah bebeği evlat edinmeye karar veriyorlar. Onu kabullenme aşaması özellikle Rebecca için zorlu oluyor. Ancak ondan sonra adı Randall olan çocuğunu diğerlerinden ayırt etmediğini de söylemek gerek.
Randall’ın öz babasını aramasını ve bulmasını, Kate’in aşırı kilolarından kurtulma çabasını, Kevin’ın ise yaşadığı hayatın sahteliğinden uzaklaşıp gerçek ve kayda değer bir şeyler yapma arzusunu izliyoruz. Üçü de 36 yaşında ve hepsinin birbirinden farklı hayatları, dertleri var. Hani yukarıda bahsettiğim evrensel duygular var ya. İşte onları bir arada tutan biri ve bir şey var. Aile bağları ve babaları…
Dizinin belli bir noktasına kadar Jack’in yaşayıp yaşamadığını bilmiyoruz. Çünkü Rebecca’yı gördüğümüz halde Jack’ten bir haber alamıyoruz. Ancak anlıyoruz ki üç çocuğun da hayatındaki en önemli figür babaları Jack! Annelerini sevmedikleri gibi bir çıkarım yapmıyorum ama Milo Ventimiglia’nın rolünün hakkını verdiğini söylemek yanlış olmaz. Dizinin en sağlam karakteri benim için odur.
İlk bölümün vurucu olmasının sebebi de Jack aslında. Her ne kadar bütün yükü Rebecca taşıyor olsa da. Jack 36. yaş gününü kutlayacaktır ve aynı gün üç tane çocuk sahibi olur. Yıl 1980 ve biz izlerken hangi zamanda olduğumuzu bilmeden izleriz. Olabildiğince dış etkilerden uzak tutulmaya çalışılmış. Aynı süreçte üç farklı insanın daha doğum günlerini kutlamasını izleriz. Kate, Kevin ve Randall. Onların kardeş olduklarına dair herhangi bir bilgimiz yoktur bölüm sonuna kadar. (Gerçi tahmin etmesi zor olmayan şeyler mevcut ama dizinin yapmaya çalıştığı şeyden bahsediyorum burada.)
İlk bölüm kendisini öne çıkarmayı başarıyor. İzleyeceklerimizin alt yapısını oluşturuyor. Bundan sonrası için arkamıza yaslanıp yüksek dozda duygusallığı içimize çekmek kalıyor. Neredeyse her bölümde duygulandım. Dizideki karakterlerin yerinde koydum kendimi. Jack’i sahiplendim mesela. Onun olmaya çalıştığı gibi bir figürü benimsedim.
Konuşan, karşısındakini anlayan, ailesi için sonuna kadar mücadele eden bir figür Jack. Rebecca’nın da öyle olduğunu söylemek gerek. Jack’ten daha fazla fedakârlık yapıyor. Ancak sunumdan dolayı Jack öne çıkıyor işte. Jack ve Rebecca’nın zorluklar karşısında gösterdikleri direnç, birbirleriyle olan uyumları, çocuklarının hayatlarını daha iyi hale getirmek için verdikleri çaba, olmasını arzu ettiğiniz ama sahip olamadığınız bir aile tablosu sunuyor.
Diziyi sevdiyseniz bazılarınız buna yani bir aileye sahip olmayı istediği için, bazıları sahip olup özlediği için, bazıları hiç sahip olamadığı için sevdi. Jack gibi bir baba olmak ya da onun gibi bir babaya sahip olmak arzusu. Rebecca gibi çocuklarına düşkün, onların kılına zarar gelmesin diye çabalayan bir anne. Jack ve Rebecca’nın birbirine olan sevgisi… Bunlar benim söyleyebileceklerim.
İzlerken kaybettiklerimi veya kaybedeceklerimi düşünüyorum niyeyse. Ama şunun da farkındayım. Hikaye “anın değerini bil” diyor haykırarak. Var olana tutun, çok geç olmadan yaşayabileceğin her şeyi, o kişiyle/kişilerle yaşa diyor aslında. Herkesin kendine göre tarif edeceği, özel bir ruhu var dizinin.
Gevezelik yaptığımın farkındayım. Yerimiz bol nasılsa. Sadece belki benim gibi hisseden ama diziye henüz başlamamış birini ikna edebilirim gibi geldi. Karşılıklı oturup konuşmanın güzelliğine, teknolojiye gömülmediğimiz gerçek dostlukların olduğuna, kini, öfkeyi barındırmayan bir dünyanın varlığına insanların bir arada olabileceğine dair bir umutla yazdım bunca. Çünkü dizinin bende uyandırdığı his en başından beri “sevgi” ve “umut” oldu…
DORUK ÖNAL