Louisiana’nın sonsuz bataklarını görüyorum, o çökük ve çürük bitki örtüsünden kurtulmaya çalışan kiliseleri… Yol’u görüyorum, yolcuyu görüyorum, deliliği görüyorum.
Görüyorum ve zihnimde birşeyler, tetik kelime duymuşçasına uyanıyor. Nic Pizzolatto’nun bana şahsi bir selam çaktığı fikrini engelleyemiyorum. Cohle ve Hart arabanın içinde tam anlam veremedikleri bir karanlığı açıklamaya – ya da en azından anlamaya – çalışırken ben çoktan yolun sonundan bakıyorum. İki polisin de o çarpık gerçekliği anlamaya aslında çok yakın olduklarını anlatmak istiyorum.
Rüyanın sonundaki canavarı.
O fısıltı ya da tedirginlik hissini tanımlayabilmem için, iki dedektifin bir cinayet peşinde koştuğu üst katmanı sıyırmam gerekiyor. O katman bir defa soyulduğunda, True Detective’in gerçek ışıltısı – ya da karanlığı – ve Nic Pizzolatto’nun gerçek dehası aşikâr oluyor.
Dizinin o ilk, çoktan efsaneleşmiş bölümlerine bakıp, Pizzolatto’nun bir Tuhaf Öyküler, Lovecraft, Bierce, Chambers, Alan Moore ve hatta James Ellroy hayranı olduğunu görmek çok zor değil. Vakt-i zamanında Ellroy’un magnum opus’u Black Dahlia’yla uzun süre haşır neşir olan birinin, iki eser arasındaki benzerlikleri kaçırması imkansız.
Elizabeth Short’un katilinin peşinde spiral çizerek, saplantının, şehvetin ve cinayetin karanlığına doğru inen; lâkabı Buz olan Dwight "Bucky" Bleichert ve lâkabı Ateş olan Lee Blanchard’ın hikâyesi, Carcosa’nın loş sokaklarında veyahut Louisiana’nın güneyinde vuku bulmuş olabilirdi pekâlâ. Bu aynı kadına aşık çok iyi dost, kıyasıya iki rakip, partner, boksör ve polisin, ölümüyle tanıdıkları kadının peşindeki bu karanlık macerası, benim gibi Pizzolatto’nun da zihninde kazılı beklemişti büyük olasılıkla. O da bulmacanın bir parçasının kayıp oluşundan musdaripti ve o da belki bir yağmurlu sonbahar gecesinde FBI’ın internetteki erişilebilir dosyalarından Betty’nin fotoğrafını bulup davanın kapağını kapatmaya muvaffak olabilmişti ancak.
Burada Dora Lange/Betty Short/Mary Ann Mathews – ve dışarıdaki diğer şanssız, zavallı kadınlar – bir ikonadır, bir semboldür artık. Bu noktada hikâye bir – veya iki - erkeğin savunmasızı, öğütülmüşü aydınlatmak için girdikleri karanlıkla mücadelenin hikâyesidir. Onlar Çukur’a, Çukur onlara bakar ve kahramanlarımız karanlığın gözlerini kaçırmasını umarlar yalnızca. Diğer erkekler de kadınlar da kıyıda yer alan varlıklardır. Kutuplar; iyi erkek, kurban kadın ve Kötü’dür, adı veya tipi ne olursa olsun.
Lakin, Dora Lange’ın ölümüne temas eden dokungaçlar Ellroy’dan çok daha eskiden gelmektedir. Tam yüz sene öncesinden. Modern ustalar Laird Barron ve Thomas Ligotti gibi, kozmik dehşetin benzer temalarını kaleme alan usta Lovecraft’ı da, Cthulhu mitosunu döktürmeye başladığı yıllarda etkileyen, tuhaf kurgu türünün yaratıcılarından Robert W. Chambers’a. Zira Pizzolatto, varoluşçu korkunun ve Tuhaf’ın meraklısıdır.
“Onların kozmik umutsuzluğa dair kurgusal vizyonları, belli başlı nihilist ve pesimist filozoflarla aynı şeyleri telaffuz ediyordu, sadece daha şairane, daha sanatsal ve daha görseldiler… Gerçek çukurun potansiyeliyle yüzleşmek bizim için önemlidir.”
-Nic Pizzolatto, Wall Street Journal
Chambers’ın en bilinen eseri The King in Yellow (Sarıların İçindeki Kral/Sarılı Kral) adındaki bir hikâye antolojisidir. Kitaptaki tuhaf on hikâye de aynı kaynaktan ve tekrarlanan üç motiften beslenir. Okuyanları delirten, iki sahnelik, kurgusal bir metafizik drama olan The King in Yellow; Sarı İşaret adındaki herhangi bir insan diline ait olmayan, garip bir sembol; hem antolojiye, hem de bu karanlık dramaya adını veren, doğaüstü ve esrarengiz Sarıların İçindeki Kral.
Sahil boyunca bulut dalgaları kırılır,
İkiz güneşler gölün ardında batar,
Gölgeler uzar,
Carcosa’da.
Siyah yıldızların yükseldiği gece tuhaftır,
Ve tuhaf aylar göklerde döner,
Fakat daha da tuhaftır,
Kayıp Carcosa
- Sarıların İçindeki Kral, Perde I, Sahne II
Chambers, ilk perdesi bu lanetli yazıta okuyanı çekmek, ikinci perdesi de delirtici, karanlık ve anlaşılamaz gerçeklikleri anlatmak için yazılmış bu dramayı, birkaç alıntı dışında hiç ifşa etmez.
“[Mr.Wilde’ın] Yarım düzine yeni tırmık izi burnunu ve yanaklarını kaplıyordu ve yapay kulaklarını destekleyen gümüş teller yerinden çıkmışlardı… Yüzünün geri kalanı sarıydı.”
-The Repairer of Reputations, The King in Yellow, Chambers
Hepimizin yakından tanıdığı, yeşil kulaklı bir canavarı hatırlatıyor değil mi?
Sen de, muhterem okuyucu, akıl almaz dehşetlerle dolu gerçeğin peşindeki kişi, bağlantıları kurmaya çoktan başladın, ama Dora gibi nicelerini öğüten bu kozmik varlığın diğer uzantılarından bahsetmeden True Detective'in mitosuna vakıf olamayız.
Örneğin, şu kuleleri ayın ardında yükselen Carcosa'dan.
Carcosa, Ambrose Bierce'ın Tuhaf'çılara bıraktığı bir miras. Bierce, bu lanetli olması muhtemel şehirden, 1891'de yazdığı kısa hikâyesi olan An Inhabitant of Carcosa'da bahseder. Carcosa, oradan Chambers'ın rüyalarına, onun sayfalarından da; Blish'ten (Sarılar İçindeki Kral'ın sürgün edildiği yer) tutun da, konsol oyunu serisi Mass Effect’e (Agaiou yıldız sistemindeki, kurumuş bir gölün yanındaki yıkıntı bir şehir), hatta George R.R. Martin'in pek sevilen A Song of Ice and Fire'ına (haritanın en sağına, Qarth ve Yi-Ti’nin de ötesine dikiz) kadar nüfuz eder.
Tıpkı Cthulhu, tıpkı Hyborea gibi.
İşte St.John’s kilisesinin Londra’nın ay peşindeki dişi deliliğine çakılmış Apolloncu bir çivi oluşu gibi; Louisiana’nın çürük bayou’larının ardında, duman tüküren fabrika bacalarını Cory’nin – ve hiç şüphesiz Arkapaw’ın – izleyiciye tüm haşmetiyle sunmasındaki amaç da budur. Evet, fabrikaların alevli fırınları ve kurum kaplı dişlileri işçiyi öğüten makinenin çarklarıdır ve doğaya ait olanı, Dionysos’çu, Pan’cı, pagan, wiccan ve çılgın kadimin üzerine dikilmiş bacalarıyla biner, lakin aynı zamanda gökyüzünde asılı duran karanlık yıldızların altında, Hali’nin Gölü’nden esen nemli rüzgârın yaladığı, Ay’ın ardında yükselen Carcosa’nın kuleleridir de.
Carcosa’nın göğünde yükselen siyah yıldızlar, Audrey’nin çizdiği resimde, ardında Rust’ı gördüğümüz kırık camlarda, Carla’nın boynunda ve Reggie’nin omzunda dövme olarak, Hart’ın kızının kapısında veyahut Errol’un babasına “baktığı” barakanın duvarında peydah olur. Sarı geyikler kupalarda, sarı taçlar yol kenarındaki tabelalarda beliriverir. True Detective hayal-gerçek sentezinde Twin Peaks’e (İkiz Tepeler), bakire-fahişe gibi Jung’çu arketiplerde Moore’un From Hell’ine, masumiyetin ihtiyar ve kudretli sapıklarca gizli bir ritüel ile yokedilmesinde Schumacher’ın 8MM’sine, birader ve rakip erkeklerin saplantılı kahramanlık yolculuğunda Ellroy’un Black Dahlia’sına temas eder.
Ve en nihayetinde de bu Ay’ın ve tabiatın çoğunlukla dişil doğasının üzerine, hükmünü şiddet kullanarak kabul ettiren eril gücü de simgeler.