Rüzgardı saçlarının arasından geçen, ay ışığıydı ruhuna vuran.
Hiç düşünmemişti gerçekten kimi sevdiğini, kimi sevdiğini anlamaktan korkuyordu belki de.
Canı yanmasın diye hep en güzel zırhını kuşanırdı, kim bilirdi zırhını en güzel ihtiraslarını giyinmiş acemi bir şövalyenin çalacağını.
O aşkı arayan bir savaşçıydı… Aşkı arayan bir aşk hikayesinin tam ortasında bir ejderhanın değil, melek yüzlü bir orman perisinin kurbanı oldu.
Morrissey bir şarkısında der, “Öpmeyi hayal ettiğin birini öpüyor gibi düşün kendini.” Kaç insan karşısındaki insana bunu diyebilecek kadar sever onu, kaçı aslında sevilmediğinin farkındadır? Çoğu zaman sevmek bir ihtiyaç halinde, tutkusu ve ihtirası kapının arkasında kalınca kocaman bir alışkanlık yükü bırakıyor insanın üzerine. Bir de sorumlulukların varsa cebinde işte hayatına öyle ya da böyle devam ediyorsun. Bir gün insan olduğun aklına gelirse orada işler karışıyor. Kim olduğun önemli değil, biri sana kaybetmeyi göze alacağın bir hayat veriyor. Adının Bihter olması ya da Behlül olması önemli değil. Sadece bir farkındalık yaratıyor, aşkının bir ismi oluyor. Aşk- ı Memnu oluyor. Kaybedeninin kazandığı, kazananın kaybettiği….
Halit Ziya Uşaklı Aşk-ı Memnu’yu yazarken batının ahlaksızlığından, kültürün yozlaşmasından ve hatta kadın-erkek arasındaki farktan bahsetmek istemişti bana sorarsanız. Çürümeden bahsediyordu, yalan söylemeyi ya da bencilliği normal gören bir bakışı kendince anlatıyordu. Romanın ilk uyarlaması da bu noktada ilerledi, aslına uygun olmasında hiçbir sorun yoktu. Müjde Ar’lı, Neriman Köksal’lı, Salih Güney’li, Çolpan İlhan’lı versiyon zamanı için gayet cesur ve eli açık bir işti. Türk televizyonlarının siyah beyaz dünyasında renkli ve anlatmak istediğini iyi anlatan ilk diziydi de diyebiliriz. Elalemin Madam Bovary’si, Anna Karenina’sı varsa aha bizim de Bihter’imiz vardı, kadınlığını bir şekilde ateşler içerisinde fark eden bir güzellik. Kimine göre cehenneme gitmesi kesindi, kimine göre cehennem yoktu bu dünya ona zaten yeterince acımasız davranmıştı. Erkek güzeli Behlül ise kendine itiraf edemese de hayatında ilk defa aşık olmuştu; kadınları oyuncak, kendisini oyuncu olarak gördüğü için hikayenin sonu kötü bitti. Hoş, kaç şu şekil hikaye güzel biter diye sorarsanız buna cevabım beş sene once farklı olurdu, şimdi farklı cevaplarım var. Zaman değişiyor, Halit Ziya Usta uyansa Aşk-ı Memnu’nun finalini farklı yazardı belki. Ne belkisi, kesin farklı yazardı.
Sene 2008 zaman hızla değişirken, Aşk-ı Memnu karşımıza bildiğimiz fakat tanımadığımız yüzüyle yeniden çıktı. Tanımadığımız tarafı günümüze fazla uygun olması idi. Bugüne kadar yapılan uyarlamaların hepsine yakını dönemin ruhunda geçiyordu. 2008 model hikaye beklenenden çok daha kısa zamanda zirveye ulaştı. Firdevs Hanım’dan öğrenilecek çok fazla ‘numara’, Adnan Bey’i sevmek için çok fazla neden, Nihal’den nefret etmek için bir sürü sebep vardı. Abartmak gibi olmasın ama dizinin her bir karakterini (yan karakterin yanı dahil) izlemek için birden fazla neden vardı. Aslında her şeyin sebebi ve sonucu aşk’tı. Ve bütün yollar Bihter ve Behlül’e çıkıyordu.
Binlerce sosyolojik yazı yazıldı bu konuda, herkes fikrini bir yerden belli etti. Kimse şuna gerçekten cevap veremedi, Bihter’in yerinde olsa ne yapardı?
Kaçar mıydı?
Sonsuza kadar saklar mıydı?
Parayı tercih edip kendini susturmayı becerebilir miydi?
Behlül’ü razı etmeyi becerebilir miydi?
Adnan’ı filan boşverip kendine yeni bir hayat kurar mıydı?
Herkes yukarıdan ahlaki, etik hatta namus klasmanında attı tuttu. En beklemediğin adam-kadın olayın sadece ‘fiziksellik’ bölümünü tartıştı. Kimse kendine şunu sormadı çoğu zaman, neden böyle oldu? Bunun sene 1930’da bu şekilde tartışılmasını anlarım da sene 2010’a geldiği zaman “Ay ama böyle de olmaz ki şekerim!” tartışması çok sığ değil mi sizce de? Ortada alev alev yanan bir aşk var, yanlışların anlamını yitirmiş olması kimi çok şaşırtabilir? Dünya üzerinde binlerce kötülük varken bütün dünyanın yükü Namussuz Bihter’in üzerine mi kalır? Kalmadı, kalamadı zaten.
Yapılan bir takım araştırmalara göre insanlar en çok yaşamak istedikleri şeyi izlerlermiş. Etrafıma baktığımda birden fazla müzevir teyze-amca gördüğüm şu ülke topraklarında Aşk-ı Memnu’nun bu derece izlenmesi aşka, heyecana, güce, güzelliğe ve tutkuya ne kadar aç olduğumuzun resmidir. Aynı şey Muhteşem Yüzyıl için de geçerli. Açlıktan ölsek “önce aşk” diyecek bir milletiz kabul edelim, kendi yapamadığımız şeyi de başkasında izlemeye bayılıyoruz. Arabalar, Paris’te öğle yemekleri, en pahalı markalardan giyinmek ve kodaman kahkahası atabilmek de işin kaymağı. Soruyorum size, Behlül’ü yengesini baştan çıkarmakla suçlayanlarınız, Hürrem’i neden bu kadar çok sevdi ?
“-Ama o hem erkek, hem padişah! Çok normal bunlar çok!”
İşte o çok normal dediğin şey dünyanın her yerinde normal oluyor o zaman, sen sadece kendini ve bilinçaltını kolladığınla kalıyorsun. Gerçek sevgilin kim ya da gerçek aşk’ın ne diye anlamakta ondan bu kadar zorlanıyorsun. Dünya üzerinde genel geçer kuraldır, sen istediğini yap, yetemediğin yerde biri gelir. Gelir yani, gelmemesi için hiçbir sebep yoktur. Bu her durum için fazlasıyla geçerlidir ve kişi durumun içinde kendisi yoksa o sonradan geleni her zaman daha fazla sever. Ne zaman kendi başına gelir o zaman dünya kaç bucak anlar. Allah kimseyi anlamakla sınamasın diyelim o vakit, en azından içten bir dilek olarak alabilirsiniz bunu. Bu arada bu yetememe durumu sağlık, para gibi kimi durumlarla alakasızdır, ruh açlığından bahsediyorum. Gold Digger olma durumu dünyanın her yerinde saçma bir şey, zor durumda bir insanı bırakıp gitmek ise başka bir şeyin konusu. Her şeyin kendi statüsü içinde ideal olduğu bir yerden bahsediyorum ben, ne demek istediğimi anladınız da laf salatası yapıyorum. Herkes benim gibi düşünse dünya çok tatlı olurdu, şu yaşlı yeryüzü ortada bırakılıp acı çeken ve inadına nefes alan canlılarla dolu…
Yeniden Bihter ve Behlül’e dönersek. Beren Saat ve Kıvanç Tatlıtuğ yanyana o kadar iyi görünüyorlardı ki Adnan Bey’i ‘kefallemek’ şurada dursun, dünyanın merkezine atom bombası yerleştirseler izleyenler onları yine severdi. Güzel insanlar bir aradaysa kim sevmez ki, hayatımız pembe dizi tadında, fıstık gibi geçse çok tatlı olmaz mıydı? Birinci sezonun sonundaki sera sahnesi milli maça denk gelmişti de komşumun maçla karışık dizi izleme sevdası sonucunda “Behlül gol, gol, gol!” diye bağırdığına bile şahit olmuştum. Daha sonra dizinin tekrarları sırasında o çok ateşli sahne kesildi atıldı. Bir kere biz göreceğimizi görmüştük, kimi kandırıyorduk o da başka konu. Arada ‘yastık’ olmasına rağmen oldukça iyi sahneydi, Bihter’in ağzından dökülen “Erkeğim!” kelimesi ekran karşısında kaçınızı hınzırca güldürmedi ki? Behlül’ün “Benimsin sen, benim!” diye inlediği sahnede yanaklarınız kızarmadı mı? Hadi ama!
Adnan Bey’in suçu ne bu hikayede diye soruyorsunuz şimdi siz. Adnan Bey’in suçu şu, olacakları tahmin edebilecek kadar zeki bir adam olmasına ragmen kendi inadına ve ısrarına yenilmesi. Bihter evlenmeyivereydi, adamın neden günahına girdi derseniz… Zorla mı evlendi? Kaç kere ayrılmayı denemedi mi? Adnan Bey’in hep sığındığı bir şey vardı, çok sevmesi. Şems’in ne dediğini duydunuz mu siz hiç?
“Senin sevdiğini değil, seni çok seveni sev!”
Bakıyorum da Adnan Bey duymamış bunu, duysa Deniz Hanım sevgili Matmazel bu kadar üzülür müydü? Firdevs Hanım ortalığı bu kadar bulandırmasa Nihal bu kadar elektriklenir miydi? Gördüğünüz gibi iki insanın bir araya gelip günah işlemesi için bir sürü şey olması lazım, şu kadar rahat bir ortamda bile. Gerçi şu yukarıda söylediğimi Bihter de duymamış demek ki ya da duydu duymamazlıktan geldi.
Kabul ediyorum, Bihter ve Behlül arasındaki dünyanın en masum şeyi değildi. Bencilce, kaba, kimi yerde fazlasıyla hayvani ve beceriksizdi. Ancak şunu da kabul ediyorum, tutkulu, kıpkırmızı ve dolu doluydu. Buradan vardığınız noktanın Sezen Aksu şarkıları olmamasını ümit ediyorum. Varmanızı istediğim nokta aslında şu, yanlışın yanlışı doğrunun doğruyu doğurduğundan daha güzel dünyaya getirdiği… Bihter’in baba sevgisi ve güç arayışını Adnan’ın güvenli kolları yerine Behlül’de ya da onun gibi birinin kollarında araması sonucunda varacağı yer kardeşi Peyker’in kocası Nihat gibi ortalama bir adam olacaktı. O kendini bile bile ateşe atmayı seçti, kalanlara da kül dolu bir havuz bıraktı. Arkasından kim üzüldü derseniz, kimsenin gerçekten üzüldüğünü bile düşünmüyorum. Bu tarz hikayelerde böyledir, üzülen olmaz vahvahlayıp kıskanan olur. Etraf kendine ne kadar aç olduğunu ifade edemeyen bir sürü maskeli canlı dolu, kendi hatasıyla kendini cezalandırana kim neden acısın? Susup oturması çok daha mantıklı olurdu onlara göre, bana sorsanız ilk tahlilde ben de öyle derdim. Gerçekten sorgulayıp anlamak zor iş, ‘kıymetli zamanımızı’ ona ayırmayı çok sağlıklı bulmuyoruz.
Şu güzelim 14 Şubat vakti size daha basit, daha sevimli bir aşk hikayesi anlatmak isterdim. İşte evli, mutlu, çocuklu kabilinden. Fakat gördüğünüz gibi şarkıyı söyleyen tatlı kadının bile o durumu sağlaması kaç acılı ve tatsız olaydan sonra mümkün oldu. O yüzden benim size 14 Şubat hediyem biraz acı-tatlı oldu, idare edeceksiniz artık. Dileğim ise, Bihter ve Behlül ‘ün yaşadığı bu kırmızısı bol, acısı bile bal aşkı, “memnu” olmadan yaşamanız.
Kırmızı öpücükler, kırmızı güller ve iniş çıkışı bol olan şarkılarla dolu bir gün olması dileklerimle... Hikayeniz ise bulana kadar, daima “aşkı arasın.”