Merhamet son yıllarda en zevk alarak izlediğim, en atipik, en 'ground breaking' (zemin kırıcı? yenilikçi?), en çetrefilli ve meseleli dizi, diyebilirim.
Bir kere: kat'i surette hakkı yenildiği kanaatindeyim. Gerektiğinden çok daha az konuşuluyor, ilgi uyandırıyor ve alması gereken reytingi de almıyor. Tamam, Muhteşem Yüzyıl'la baş etmek hiçbir dizi için kolay değil. Ama niye illa çarşamba gecelerine konuldu, konulur ki bu dizi? Tam anlamış değilim. (Demek ki: çeyrek altın anlamışım!)
Hakikaten iyi yazılıyor. Mahinur Ergun'un adını ne kadar nakşetsek, az olur.
Diyelim, Mahinur Ergun zenginler nasıl yaşar, ne yer ne içer, nerde oturur, ne giyer: bu sırlı mevzulara hakim olmakla kalmıyor, yarattığı Ressam Can karakteriyle 'bohem sanatçı' tipinin Türk ekranlarındaki hakiki karşılığını da ilk kez biz naçar halklara vermiş oluyor.
Zira Türk Dizi Yazıcılığı'nda şöyle vahim bir sorun var: Dizi yazarları Zenginler ne yer ne içer, hangi mekanlara gider, hangi dizileri/filmleri izler, vaktini nasıl geçirir, nasıl oturur kalkar filan bunları bilmeden, bilemeden muhayyileleri el verdiğince bir şeyler attırı-attırıveriyorlar.
Üst sınıfların gerçekçi reprezantasyonunu ilk kez Ece Yörenç'le Melek Gençoğlu'nun yazdığı dizilerde gördüm ben.
Diyelim MedCezir'de Mira'yla Eylül Skype'ta konuşmadıklarında The Big Bang Theory seyrediyorlar.
Eylül'ün hastası olduğu adam (benim Amerikalı editörümün dahi utanmadan etmeden hastası olduğu) Ryan Gosling!
Orkun'un kılık kıyafetleri tam da iritan ve iddialı bir zengin çocuğunun giyeceği tarzda şeyler. Vücut dili dahi öyle: Tam bir dayaklık zengin piçi!
Tüm bu detayları görmeye, bulmaya, seyirciyi alıştırdığınız zaman (Aşk-ı Memnu’da bunu tamamiyle başardılar); artık gün yüzü (yalı, lüks, üst sınıf hayatlar) görmemiş çoluk çocuğun ya da devlet dramaturgluğu/ edebiyat öğretmenliğinden emeklilerinin tahayyülleriyle uydurulmuş bugüne ait balon üst sınıf hayatları, kimseye yutturamazsınız! Atansiyon, atansiyon!
Merhamet’in tuhaf başarısı ve başarısızlığı da burda yatıyor. Tüm karakterlerinin İstanbul’daki yaşantılarını nasıl büyük bir heves ve iştahla seyrediyorsam, dizi illa inatla geçmişlerine: kabus kasabasına döndüğünde, anında zaplamak istiyorum.
Narin'le Şadiye'nin içkici, saldırgan, hain babaları ve denyo, eksik akıllı, arlanmaz anneleriyle (a, bi de ağbi var: Mehmet) yoksulluk berisi bir çizgide paylaştıkları kabus evlerinden geçtim -
Ait oldukları Yaslıhan kasabası, Charles Dickens romanlarıyla Lars von Trier'in Dogville'inin bir karışımı, rahatça diyebilirim. Kasabada herkes tecavüzcü, kötü kalpli, hain, kalpsiz, rezil, rüsva.
Narin'e evinin kapılarını açıp ona korkunç kıyafetler giydiren Kasaba Zengini kadınla, Mehmet'in antrenörü amca ve okul müdürü gibi tek tük iyiler Yaslıhan'ın Dogville'liğini azaltmıyor, aksine koyultuyorlar!
Hele ağbi Mehmet karakteri çocukluğunda da çekilmez, yüzüne bakılmaz bir tipken, büyüyüp hem topal, hem veremli, hem kaypak ve çıkarcı, hem de alabildiğine çelişkili (zira iyilik ve acındırma atakları da var) bir korkunç adama evrilmedi mi!
Mehmet öksürük krizleri eşliğinde, gözlerini devire devire (c)acıklılık yaptıkça; yeminle, diziden nasıl topukladığımı bilemiyorum.
Belki de Türk kasabaları böyledir. Her biri birer Dogville'dir; kötülerden, hainlik ve düşüklüklerden geçilmiyor, sularından içilmiyordur.
Ama hanımlar beyler, şurda çok acı bir hakikati, bam telinden germek istiyorum: İnsan salonundaki emektar koltuğunda acıklılık, yoksulluk, yoksunluk ve hiper realizm seyretmek istemiyor!
Dert ve çile, elem ve keder, hainlik ve kalleşlik seyredeceksek de Zenginler Alemi'nde geçsin! İstiyor, gönüüüül! (Belki ONLAR acı çektikçe "Oh olsun," diyor bilinçaltımız, kimbilir?)
Muhteşem Yüzyıl bu kadar 'muhteşem' olmasaydı da, Kanuni zamanında iç göçlerden, baskıdan zulümden anası ağlamış bir azınlık ailesinin dramı üstüne olsaydı, bu kadar izlenir miydi sanıyorsunuz?
Arada Pargalı'nın geçmişinde, Hürrem'in ilk gençliğinde bu karakterlerin başlarına gelen bahtsızlıkları, tatlı tatlı izledik. Ama mütemadiyen değil! Hem ne biçim roketle yükseldiler! İkisi de.
Hayatın acımasızlığı üstüne film izlemek istesem (o da maksimum iki buçuk saat) dayarım Haneke'yi, görürüm günümü!
Yani televizyon dizilerinde hiper realizm bence harbiden olmuyor, gitmiyor.
Breaking Bad'deki tüm o damardan vahşet ve kötülükler dahi, Walter White'ın hepimiz adına hain adamlardan aldığı intikamlarla ve güçlenip habire yükselmesiyle ziyadesiyle telafi ediliyordu.
Yani çocukluğumuzun Charles Bronson filmlerinin 'intikamını alan aile babası' klişesi, yepyeni bir kimlikle (meth üreten kanserli kimya hocası) bizlere verilirken salonlarımızda ruhumuz şad (da) oluyordu! Mükafatsız bırakılmadık hiçbir bölümde yani.
Merhamet'in topraklarından iyice sıçramadan gelelim eşi benzeri görülmemiş faziletlerine de. (Diziyi yaşat, hakkını yeme!)
Narin'in ara ara kendini yeniyetme haliyle konuşurken görmesi ve manyak/zengin/kötü Irmak'a karşı diyelim bir zafer kazandığında, çocukluk haliyle (I'll survive eşliğinde) dans etmesi filan - bunlar dizi yazıcılığımızda muhteşem ilkler. Fantastiklikler.
Oyuncuların şahaneliği ise, tarif edilir gibi değil. İlk kez bu dizide izlediğim Burçin Terzioğlu'nun sıcaklığı, yine hayatımda (prensiben) Kurtlar Vadisi seyretmemiş biri olarak, bu dizide keşfettiğim Mustafa Üstündağ'ın oyunculuğunun sarıp sarmalayıcılığı; öyle böyle değil!
Mustafa Üstündağ öyle bir gözleriyle oynayan adam ki, al Hamlet'i oynat! Gözleriyle sana oyunu yesin bitirsin.
Bi de: acayip bizim topraklarımıza has bir karizması, yoğunluğu var. Sermet karakteriyle hepimizi kendine meftun etti.
Onun başrolünde olduğu bir dizi kadınları kapıp götürür. Zira yalnızca mankenlikten gelen, fit mi fitness, dünya güzeli genç adamlarla da dizicilik bir yere kadar.
'Karizma' denilince , önümüze habire Oktay Kaynarca'nın dayatılması da, ve dahi duralar! (Fenalıklar, fillahlıklar.)
Özgü Namal'ın NE KADAR hasstası olduğumu, daha önceki bi yazımda nakşettim zaten.
Ve fakat: Şadiye'yi oynayan Dilara Aksüyek'in yeni bir Müjde Ar olduğu, yani fırsat tanınırsa, olabileceği kanaatindeyim.
Eğri oturup doğru konuşalım: NE kadar oyunculuklarına da, fiziklerine de ayılıp bayılıyor olsak da ne Hazal Kaya, ne Beren Saat, ne Özgü Namal, ne o, ne bu: başrol oyuncularımız seksi değil. Kadın değil.
Beyazperdemize Müjde Ar'la gelen fokur fokur, yalnızca bu topraklardan fışkırabilen kadın seksapelinin yeni bayrak taşıyıcısı, ferahça Dilara Aksüyek olabilir. Bana kalırsa.
Her hafta güzelliğinin ve oyunculuk kabiliyetinin artıyor olması da, cabası.
Buzdolabından çıkarttıkları donuk Madonna'larla film yapmakta takılı Türk Sineması Yönetmenleri!
Alın size Dilara Aksüyek!
Ruhunuzu azıcık kaldırın da, biraz da kadın sineması yapın. Erkek filmlerinden ve erkek tahayyülünden çıkma 'çakma kadın' filmlerinden içimize baygınlıklar ve kaçma planları, geldi.
Atıf rolünde çok fena harcanan, karakterinin limited'liğinden gidecek yer bulamayan Ahmet Rıfat Şungar'dan sonra -
İbrahim Çelikkol'dan da (en nihayet) söz ederek, harbiden dağları, taşları, Amerika'ları dahi aşan yazımızı da bitirelim.
İffet dizisindeki fiziği, performansı, Deniz Çakır'la aşk yaşıyor olmasından da gelen bakışları ve bilumum kimyası ile "İşte sonunda Genç Kadir İnanır!" diye cümlemizi sevinçlere gark eden Çelikkol'a -
Her ne hikmetse aşırı kilo verdirtilip (veremli, trans, şair bir kızılderiliyi mi oynayacak acaba?) "Bak, zengin bankacılar mırıl mırıl konuşup bir pokerci kadar mimiksiz yaşarlar," filan konulu bir brief mi verilmiş, bir slip mi gönderilmiş - nedir, nedendir?
Karakteri Fırat'ın gençliğini canlandırırken habire dişlek dişlek gülümseyip alt dudağını ısırdı, durdu!
Zengin und Yakışıklı Bankacı olarak büyüyünce de, minimalist bir otomatiğe bağladı. Sesinin mütemadi mırıl mırıllığı da cabası.
Lütfen Sn. Çelikkol! Bu vatan sizden çok daha fazlasını bekliyor.
Yüzyıllardır doldurulamayan "Genç Kadir İnanır: Bakışlarıyla Bitiren Adam" kontenjanını doldurmak kolay değil.
Sizden ümitkarız.
Ve de o boşluk doldurulmadığı sürece, bu memleket (kadınları) kan ağlayacak!
Bakışsız 'kedi kara'lıktan, bakışlarıyla eriten Kadirella'ya geçmeniz, menfaatler icabıdır.
Hürmetler: Dizilerden.
PERİHAN MAĞDEN