Amerikan “mahkeme dramalarından” hepimiz aşinayız; jüri olarak seçilen 12 sıradan vatandaş kendilerine ayrılmış bölmeden, iddia makamının ve savunmanın argümanlarını dinleyerek şüphelinin suçu işleyip işlemediğine dair nihai kararı verir. Jürinin uyması gereken en önemli kural, şüphelinin “makul şüphenin ötesinde” suçlu olup olmadığına karar vermektir. Yani burada yük iddia makamının üzerindedir; sanığın suçluluğunu su götürmeyecek şekilde delillerle ispat etmesi gerekir. Yan masadaki savunma ise şüphelinin suçsuz olduğunu kanıtlamak zorunda değildir. Ortada sanığın suçluluğuna dair makul bir şüphe olduğunu kanıtlaması yeterlidir. İdeal koşullarda 12 kişilik jürinin, kişisel önyargılarının ötesinde kendilerine sunulan somut delillere dayanarak bir karara ulaşması gerekir. Fakat yaşadığımız dünyada, sanığın ırkı, etnik kökeni, dili, geçmişte yaptığı hatalar, cinsiyeti ve hatta mahkemede giydiği kıyafet bile jürinin kararını etkileyebilir. İşte bu yüzden, mahkemede geçen drama ve polisiyeler çok can alıcıdır. İzleyiciyi çeken sadece suçun kim tarafından nasıl ve ne sebeple işlendiği değil, yargı sürecinde nasıl iki taraflı bir hikâyeye dönüştüğüdür.
Oscarlı Fransız belgesel yönetmeni Jean-Xavier de Lestrade tarafından 2004 yılında mini bir belgesel dizi olarak çekilen The Staircase, eşini öldürmekle suçlanan Michael Peterson’ın davasını konu alıyor. İlk bölüm, Kathleen Peterson’ın ölümü ve polisin olaya ilk müdahelesini anlatıyor. Her şey Michael Peterson’ın 911’i arayarak karısının merdivenlerden düştüğünü haber vermesiyle başlıyor. Olay yerine gelen polisler ise maktulün merdivenden düşerek ölmüş olabileceğine inanmıyor. İzleyiciyi diziye bağlayacak olan ilk kanca burada atılıyor çünkü hakikaten de dışardan bakan bir gözlemci, Kathleen’in aldığı darbeler ve bulunduğu pozisyon itibariyle merdivenden düştüğüne ihtimal veremiyor. Fakat dizi, asıl vurucu darbeyi ikinci bölümde atıyor ve görünürde mükemmel olan bu evliliğin altında yatan çok önemli bir sırrı gözler önüne seriyor (burada diziyi izlememiş olanların keyfini kaçırmamak için sırrın ne olduğunu yazmayacağım).
Bu noktadan itibaren iddia makamı Michael Peterson’a dair bu sırrı kullanarak davayı kazanmaya, savunma ise savcılığın makul şüphenin ötesinde kesin bir sonuca ulaşamadığını kanıtlamaya uğraşıyor. İki taraf da kürsüye kendi teorilerini kanıtlayacak uzmanlar ve tanıklar çıkarıyor. Kısacası Kathleen’in ölümüne dair iki hikâye yazılıyor. Yargı süreci, gerçeği ortaya çıkarmaktan çok kurgusal bir gerçeklik yaratmaya yarıyor. İzleyici bu süreçte sanıkla ilgili fikrini sürekli değiştiriyor; suçlu olsa bile savcılığın bunu kanıtlayıp kanıtlayamadığını sorguluyor. Olayın karakterlerinin egzantrikliği de (Michael Peterson ve ailesi) hikâyeyi alışılagelmiş bir soruşturma hikâyesi olmaktan çıkarıyor. Süreci yorumsuz takip eden yönetmen, izleyicinin şüphelerini körüklüyor ve bu esnada Amerikan yargı sürecinin saçmalıklarını da gözler önüne sermiş oluyor.
Sadece mahkeme dramalarını sevenler değil, polisiyenin alt-türlerinden biri olan “gerçek suç” müdavimleri de bu mini belgesel diziye bayılacak. Gerçek suç türüne ait örnekler Cops gibi bayağı televizyon programlarından Errol Morris’in Thin Blue Line veya Werner Herzog’un Into the Abyss gibi ödüllü belgesellerine oldukça geniş bir kalite skalasında yer alıyor. Genelde kaliteli örneklerin ortak noktası, izleyiciyi şüpheye düşürmeleri, yargı sistemine ait çarpıkları ve topluma has belli sorunları açığa çıkarmaları oluyor. Bu türe ait hikâyelerin cezbedici yanlarından biri de, gerçekliğin soruşturma ve yargı süreçlerinde nasıl kurgulandığını göstermesi. The Staircase de bu alt-türe ait oldukça başarılı bir örnek. Türün müdavimlerinin kesinlikle kaçırmaması gereken bir dizi.
IRMAK ERTUNA HOWISON
Not: Bu yazı 2015'de yayımlanmıştı. Netflix, bu kaçırılmaması gereken belgeseli üç yeni bölüm ilavesiyle 8 Haziran 2018'de yayına aldı.