BAŞYAPIT FABRİKASI: KUBRİCK
İstanbul Film Festivali, dünya sinemasının en etkili yönetmenlerinden Stanley Kubrick’i, ölümünün 20. yılında özel bir bölümle anıyor. Bu bölümde Kubrick’in tüm uzun metraj filmografisi yer alıyor.
Eyes Wide Shut / Gözü Tamamen Kapalı (1999)
O zamanlar birlikte olan Tom Cruise–Nicole Kidman çiftinin başrolleri üstlendiği, ünlü yönetmen Sydney Pollack’ın önemli rollerden birinde karşımıza çıktığı ve Leelee Sobieski’nin önemli bir çıkış gerçekleştirdiği Gözleri Tamamen Kapalı, büyük ustanın on iki yıl aradan sonra sinemaya dönüşünün meyvesiydi. Ancak ne yazık ki, kendisi gösterime girdiğini göremedi. Klasik yılbaşı filminin “karanlık ikizi” olarak tarif edilebilecek ve inancın yerini kuşkuya, aydınlanmanın yerini hayatın pusuna, evin sıcak emniyetinin yerini dört bir koldan sarmalayan organize bir karaltıya bıraktığı bu film, insanın içine işleyen buz gibi atmosferiyle Kubrick’in sinemadaki tekinsiz büyük düzenek–küçük insan anlatılarının son perdesini oluşturuyor.
Full Metal Jacket (1987)
Gustav Hasford’un romanından uyarlanan bu savaş filmi, askere alınan gençlerin önce bireylik ve kişilik öğütücü eğitimini, sonra da gönderildikleri Vietnam’da yaşadıklarını anlatıyor. Neredeyse istisnasız her Kubrick filminde olduğu üzere bizi karşılayan birinci sınıf oyunculuk performansları arasında özellikle de Vincent D’Onofrio ve R. Lee Ermey artık türün klasikleri arasına girmiş karakterlerinde müthiş iş çıkarıyorlar. Çoğu savaş karşıtı film öldürme eylemine odaklanır; Kubrick’in son savaş filmiyse söz konusu eylemi emir üzerine gerçekleştirebilecek kıvama getirilmenin doğasındaki insan dışılığı ele almasıyla ayrışan, sersemletici bir yolculuk.
The Shining / Cinnet (1980)
Bir erkeğin yazar tıkanıklığının aile boyu dehşete dönüşmesinin hikâyesi, uyarlandığı romanın yazarı Stephen King tarafından sevilmese de korku sinemasının en büyük klasikleri arasında. Alkol sorununu geride bırakmaya çalışan Jack Torrence’ın kışı geçirmek ve romanını yazmak için ailesiyle ıssız ve son derece fotojenik Overlook Oteli’ne yerleşmesiyle başlayan kâbus, yazarın bir türlü kâğıda dökülemeyen bilinçaltının mı yoksa hakikaten kötücül bir mekânın mı eseri olduğunu uzun süre bilmediğimiz, birbirinden ürkütücü sahnelere gebe. Kubrick o sıralar yeni icat edilen Steadicam’i gönlünce kullanabilmek üzere tasarlattığı iç mekânlarda insanın iliklerine işleyen bir ürperticilik yakalıyor, üstelik Jack Nicholson’dan da unutulmaz çılgınlıkta bir başrol performansı alıyor.
Barry Lyndon (1975)
Kubrick Napoleon projesi gerçekleşmeyince Thackeray’in 1844 tarihli The Luck of Barry Lyndon romanını uyarlamaya karar verdi. Hikâyeye adını veren kahramanın İrlanda taşrasından ana kıtadaki Yedi Yıl Savaşı’nda askerliğe, oradan gezgin kumarbazlığa, oradan da dul bir kontesin kocası makamına sürüklendiği bu sınıf atlama macerası, mizahi bir dile sahip klasik pikaresk romana keskin bir tezat oluşturan o mesafeli, soğuk ve telaşsız Kubrick üslubuyla yoğrulup bambaşka bir havaya bürünüyor. Tam da bu yüzden gösterime girdiğinde filmin kendisine de biraz “mesafeli” yaklaşılmıştı ama bugün artık Barry Lyndon mum ışığını perdeye taşıyan o tablo güzelliğindeki planlarıyla ustanın en büyük yapıtlarından sayılıyor.
A Clockwork Orange / Otomatik Portakal (1971)
Kubrick’in bu ikinci bilimkurgusu hem 2001’e oranla küçük bir yapım hem de insanın kozmosla değil kendiyle ilişkisini ele alan, fizik değil sosyal bilimler tabanlı bir hikâye anlatıyor. Anthony Burgess’ın romanından uyarlanan film, çetelerin keyfince sağa sola saldırdıktan sonra envai çeşit uyuşturucuyla desteklenmiş sütle yorgunluk attığı anarşik bir gelecekte geçiyor. Şiddete yönelik büyük bir iştaha sahip ve pişmanlık duygusundan nasibini almamış görünen Alex rolünde Malcolm McDowell’ın müthiş performansı aynı zamanda devletin insanları yeniden programlama için kullandığı kan dondurucu şartlandırma yöntemiyle ve beyaz yüzeylerin içinde patlayan canlı renklerle bezeli pop art ağırlıklı tasarımıyla da unutulmaz.
2001: A Space Odyssey / 2001: Uzay Macerası (1968)
Adım attığı türlerde yeni pencereler açmayı tekrar tekrar başarmış olan Kubrick, 2001 için dönemin en prestijli “bilimsel bilimkurgu” yazarlarından Arthur C. Clarke ile çalışarak daha önce yapılmamış tarzda bir bilimkurgu abidesi ortaya çıkardı: 2001 bilimin, teknolojinin insan için anlamı, insanın ürettikleriyle (mesela HAL karakterinde, bilgisayarlar) ilişkisi üzerine devasa bir senfoni. İnsanın ta teknoloji öncesi atalarından başlayarak, gizemli bir kara taşın tetiklemeleriyle dönüm noktasından dönüm noktasına sürüklenişini, yani bir anlamda evrendeki yolculuğunu anlatan film, Kubrick’in edebiyattan ziyade müziğe benzemesi gerektiğini söylediği sinemanın sunup sunabileceği en pür, zarif, görkemli ve kafa kurcalayıcı görsel-işitsel deneyimlerinden birini oluşturuyor.
Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb / Dr. Garipaşk (1964)
Kubrick’in ne kadar stilize olsa da nispeten “natürel” bir tuvalden ufak ufak düşlerin, masalların, hatta deliliğin o tuhaf diyarına geçiş noktasını oluşturan Soğuk Savaş dönemi kara komedisi… Paranoyak bir ABD Hava Kuvvetleri generalinin Sovyetler Birliği’ne nükleer saldırı niyetiyle start alan bu amansız politik hiciv, senaryosundan oyuncu performanslarına kadar nüfuz eden absürtlük ve çılgınlık hissini, siyah- beyaz sinemasal dünyasının kalbini oluşturan aşırı gerçekçi dekorlarla dengeliyor. Peter George’un Red Alert romanının epey serbest bir uyarlaması olan bu “kâbus komedisi”nde (yönetmenin kendi tanımı) Kubrick rejisörlük ve senaristliğinin yanı sıra, sözde belgesel sahnelerde bir kez daha kamerayı eline alıyor.
Lolita (1962)
Vladimir Nabokov’un kendi romanından uyarladığı senaryoyla çalışan Kubrick için İngiltere’de çektiği bu film önemli bir yön değişikliği. Spartacus’ün ardından hem daha küçük, daha kontrol edilebilir bir yapım hem de Hollywood işi epik sinemanın antitezi denebilecek türden keskin bir kara komedi. Orta yaşlı üniversite hocasının ergenlik çağının başlarındaki kıza duyduğu yıkıcı ve saplantılı tutkunun hikâyesinde yönetmen, bugün “Kubrick” deyince aklımıza gelen o telaşsız uzun planların sürüklediği görsel anlatımını ustalıkla uygulamaya koyuyor. Oyuncu yönetimindeyse kontrol düşkünlüğüyle nam salmış biri olarak doğaçlamadan epey faydalanıyor; özellikle de Peter Sellers söz konusu olduğunda.
Spartacus (1960)
M.Ö. 70’li yıllarda Roma İmparatorluğu’nda büyük bir köle ayaklanması başlatan efsanevi Spartaküs’ün öyküsünü anlatan bu film, aslında Kubrick’in kendi projesi değildi. Rejisör koltuğuna yapım başladıktan bir süre sonra, yapımcı Kirk Douglas tarafından Anthony Mann’ın yerine oturtulan Kubrick, Howard Fast’in aynı adlı romanının uyarlamasında, alışık olduğundan epey farklı sularda gezindi: O dönem yükselişte olan “kılıç ve sandalet” filmleri türüne yabancıydı. Sonuç pek de “Kubrickvari” değil belki ama muazzam figüran sayısına sahip dış mekân çekimlerinden dekorlarına, parlak isimlerle dolu oyuncu kadrosuna, türün gerektirdiği gibi dramatik bazı unutulmaz sahnelerine (“Spartaküs benim!”), görkemli bir epik sinema örneği.
Paths of Glory / Zafer Yolları (1957)
Birinci Dünya Savaşı’nda verilen beyhude hücum emrine uymayan Fransız askerlerin yargılanışını anlatan Zafer Yolları, savaşın sinemasal açıdan “aksiyon” temelli, kinetik enerjiyle ve adrenalinle dolu yanından ziyade askerlik sisteminin mantığı ve hukukuna, kişisel çıkarla ve adaletle ilişkisine bakıyor. Başta nispeten genç bir Kirk Douglas olmak üzere, tüm oyuncu kadrosunda birinci sınıf performanslarıyla donanmış olan film, güçlü dramının yanı sıra etkileyici siyah/beyaz sinematografisi ve Kubrick’in zaman zaman yine elde kameraya başvurduğu muharebe alanı sahneleriyle de akıllarda yer ediyor. Özellikle siper içinde iki dakikayı aşkın kesintisiz bir gezinti sunan, artık klasikleşmiş tek plana dikkat!
The Killing / Son Darbe (1956)
Kubrick’in “klasikleri”nden bahsederken genellikle başlama noktası olarak anılan Son Darbe, yönetmenin kara film türüne ikinci adımı. Ancak bu defa elinin altında “Hollywood bütçesi” var. Suç öykülerinin ünlü yazarlarından Jim Thompson ile birlikte Lionel White’ın Clean Break romanından uyarladıkları senaryo, hapisten yeni çıkmış bir adamın topladığı ekibin “son bir vurgun” girişimini anlatıyor. Kubrick burada sadece türün kaygı ve potansiyel trajediyle örülü siyah-beyaz görsel dünyasını ustaca kurmakla kalmıyor (görüntü yönetimi bu defa Lucien Ballard’da), bir ileri bir geri sıçrayan öykü kurgusu da son derece etkili. Oyuncu kadrosuysa Sterling Hayden başta olmak üzere türün tanıdık simalarıyla dolu.
Killer's Kiss / Katilin Busesi (1955)
Bu kara film bir taraftan karşı penceredeki kadından onun başına bela olan tehlikeli patrona, yardım edeyim derken başını belaya sokan kahramana ve boks maçlarına kadar janrın birçok geleneksel kalıbını içeriyor... Diğer taraftan ise, tamamen Kubrick işi görsel dokunuşları ve sarıp sarmalayan karanlık, gerilim dolu atmosferiyle türün birçok yetkin örneği gibi kente dair stilize bir gözlem ve yorum olarak da işliyor. Kamerayı kendi kullanan Kubrick, özellikle otomobilden yaptığı şehir içi çekimleri ve bizi ringin içine götüren bol geniş açı yakın planlı boks maçıyla zihne imge imge işleyen bir sinemasal yolculuk koyuyor ortaya. Senaryo ise yine Kubrick’in lise arkadaşı Howard Sackler’a ait.
Fear and Desire (1953)
Stanley Kubrick 24 yaşında çektiği bu ilk uzun metrajını “amatör işi bir sinema egzersizi” olarak gördüğü için sonraları dağıtımını ve gösterimlerini bizzat önlemeye çalışmıştı. Öte yandan isimsiz iki ülke arasındaki savaşta düşman hattına düşen askerlerin hikâyesini anlatan bu sıra dışı savaş filmi, tüm bocalamaları içinde geleceğin parlak sinema yolculuğunu müjdeleyen bazı görsel kıvılcımlar da içermiyor değil. The Great White Hope’un müstakbel yazarı Howard Sackler’ın kaleminden çıkan ve geleceğin önemli yönetmenlerinden Paul Mazursky’ye oyuncu kadrosunda yer veren film, “Kubrick’in Kubrick olmadan önceki hali”ni sunmasıyla toplu gösterimin en büyük sürprizi.