Klasik bir giriş olacak ama bendeniz yerli yapımları pek takip etmeyen, üzerinde durmayan, hatta ilgilenmeyen bir insanım. Ülkede son 10 yıldır her şeyden çok sanatın, kültürün ve kalitenin içinin boşaltıldığını düşünüyorum. Bu boşaltılmışlıktan en fazla nasibini alansa Türk televizyonları bence. Birbirinin aynı konular, aynı ucuz senaryolar, aynı kalitesiz çekimler, sığ diyaloglar ama en çok da sığ oyunculuklar göz kanatır cinsten. İşte bu ahval ve şerait içinde keşfettim ben onu.
Tanıtımlarının farklılığı nedeni ile izlemeye başladığım Muhteşem Yüzyıl Kösem‘de karşıma çıktı, Şehzade Mustafa rolünde Boran Kuzum.
Dikkatimi ilk çeken şey, ekrandaki stereotiplerin aksine sahip olduğu fiziksel estetik oldu (Boran’cığım ekranda gördüğüm andan sonra instagram hesabını hunharca stalkladım itiraf edeyim ☺) Bana göre bir insanı çekici ve karizmatik yapan özellikler fiziksel orantıdan ziyade, sahip olduğu hafif kusurlu detayların oluşturduğu harmonidir. Mesela Brad Pitt’i asla çekici bulmadım ama kemerli burnu, keskin gözleri ve her daim karıştırılmaya müsait o dalgalı saçları ile Louis Garrel benim için çok ayrı bir yerdedir. Buna bir de kendine has duruşunu, entelektüel birikimini ve nevi şahsına münhasır aurasını eklemem gerekir.
Boran Kuzum bende Louis’nin yarattığı etkiyi yaratı. Hafif kemerli burnu, dalgalı saçları, bir parça öne çıkık çenesi, yay gibi kaşları ve keskin yüz hatları ile.
Bölüm sonunda kısa bir sahnede merhaba dediği için oyunculuğu adına pek bir kanım oluşmamıştı doğrusu. Ta ki ileriki bölümlere kadar. Şehzade Mustafa’nın yaşadığı koşullar ile içine düştüğü ölüm korkusu, yalnızlık ve kafesin içine sıkışmışlığın zihninde açtığı tedirginliği, korkuyu ve bulanmayı, bölümlerin ilerleyişine paralel, dozunu artırarak aktardı bize sevgili Boran. Fiziksel farklılığının yanı sıra oyun gücünün farklılığına da böylece vakıf oldum. Yıllardır ekrandan kusulan “Mimik yapayım, bakış atayım da nasıl güzel oynadığım ortaya çıksın. Var gücümle bağırayım, çağırayım, büyük büyük oynayayım da ne kadar iyi oynadığım anlaşılsın“ anlayışının aksine beden dili, jest, mimik ve ses kullanımı ile o kadar yalın, sade ve duru aktarıyordu ki karakterin ruh halini, büyülenmiştim bir kere. Kösem serüveninden sonra hemen diğer projesi olan Analar ve Anneler’e baktım. Bir kez daha çarpıldım. Çünkü bu çocuk sadece oyunculuğun overacting’den (abartılı oynamak ) ibaret olmadığını kanıtlamıyor, ayrıca her yeni karakterde kabuk değiştirmesi gerektiğini biliyordu. Ekranda gördüğüm Zıpır Suat’ın Şehzade Mustafa ile alakası yoktu. Boran Kuzum her yeni rolü ile kabuğunu değiştiren bir isimdi belli ki. Saç, sakal ve duruş kombinasyonunu karaktere göre oluşturuyor ve her yeni karakterle birlikte bambaşka bir insan olarak karşımıza çıkıyor. Mustafa’nın aksine hayat dolu, yerinde duramayan, müthiş bir enerjiye sahip Suat’ı da bir o kadar sevdim ve Suat’la birlikte Boran’a hayranlığım bir o kadar arttı .
Sonra çok sevdiğim dizi Peaky Blinders’ın sezon arası verdiği sırada, internette dolaşırken Vatanım Sensin’den haberdar oldum. Oyun tekniğini ve gücünü sevdiğim Halit Ergenç, oyun enerjisini sevdiğim Onur Saylak ile birlikte, üstelik Milli Mücadele dönemini anlatan bir dizide başroldeydi ama benim gözümü alan isim bu iki ustanın dışında, canım Şehzadem Mustafa’mdı. Işığı ile gönlümü çalan Boran Kuzum bu sefer bir Yunan teğmenini oynuyordu. Büyük bir iştahla izledim ilk bölümü ve yine büyük bir coşkuyla yeniden hayran oldum bu genç adama. Boran bu sefer diğer iki karakterden farklı olarak, koşullarının farkındalığı ile hafif ukala, az buçuk çapkın, ince ve narin bir teğmeni oynuyordu; ve yine kabuğunu değiştirmişti. Yeni saç/bıyık stili, üniforması, jest, mimik, beden dili sanki 1900’lerin içinden kopup gelmiş gibiydi. Üstelik başarılı bir aksanla çıktı karşımıza. Ukala Leon’un hikayesinin ileride bize merhaba diyeceğini bilip, onu şevkle kabullendim. Dizinin bölümleri ilerledikçe biz de Leon’un karakterinin açılımlarını gördük. Leon, çok yalnız bırakılmış, sevgiye hasret, duygusal bir çocuktu henüz. Varlığını kanıtlayabilmek, geçmiş acılarının içinde onu unutmuş olan annesine ve özellikle babasına “Ben buradayım!” diyebilmek için özünün tam tersi olan bir maskenin (üniformanın) ardına saklanmıştı. Ailesi yaşadıkları trajedi nedeniyle Türklere nefret besliyordu ve belli ki bu nefreti Leon’a da aşılamıştı. Leon, salt nefrete bürünmenin aksine, düşman Türklere ait olan her şeyi itmek yerine, onların kültürünü araştırmayı, okumayı ve öğrenmeyi seçmişti. Bu yüzden biliyordu Osmanlıca’yı da, Hacı Bektaş--ı Veli’yi de. Leon’un hikayesi çocukluk arkadaşı Yorgo ile sınanmasından sonra bir dönemeç alırken, daha ilk bölümde kaderinin bağlandığı Hilal ile bambaşka bir yöne savrulmuştu. Kimliğini üniforma maskesi altında bastıran Leon, Türk kızı Hilal ile kendi benliğini buluyor ve onu zincirleyen prangalardan tek tek kurtulurken, doğrularını ve inandıklarını ters yüz ediyordu.
Ve Boran Kuzum, Leon’a öyle bir ruh üflüyordu ki bu serüven boyunca her bölümün ardından damağımda leziz bir tad, ruhumda muazzam bir doygunluk hissi yaşıyordum ben de. Boran o kadar rolüne bürünmüş ki, yazılı metin üzerinde sahne eksik kalsa bile Boran’ın performansı ile karakterin içsel döngüsünü izleyici çok iyi analiz edebiliyor. Bunun en iyi örneği Leon’un İzmir’e ilk geldiği anda tanıştığı Yıldız’a bakışlarındaki yüzeyselliğin aksine, aşık olduğu Hilal’e bakışlarının derinliğidir. Leon’un dokuzuncu bölümde yaşadığı içsel çıkmaz ve annesinin sıkıştırması ile kendinden emin olmadan ortaya attığı “Yıldız benimle evlensin,“ sahnesindeki oturuş, ses, bakış ve mimiklerindeki “söylediğine inanmama ve emin olamama” durumu ile, 30. bölümde annesine Hilal’e olan aşkını anlattığı sahnedeki kendinden eminliğin, iç huzurunun bakışlarına ve gülümsemesine yansıması arasındaki oyun farkı da böyle bir örnek.
Boran, ekranlardaki yüzlercesinin aksine kanırtmadan, zorlamadan ve göze sokmadan oynuyor. O kadar yalın ve sade bir aktarım tekniği var ki oynadığı karakterin duygu değişimi izleyicinin içine işliyor. Acıyı göstermek için duygu sömürüsünü tercih etmiyor, sevincini ya da öfkesini göstermek için abartıya kaçmıyor. Dingin bir şekilde bir bütün olarak (vücut/ses/mimik/jest/bakışlar) performans ortaya koyuyor. Boran Kuzum “Ben oynuyorum,” demiyor, ekranda göründüğü anda Leon veya Mustafa ya da Suat oluyor. Karakteri üzerine tutturmak yerine, karakterin ruhunu kendi bedenine üflüyor.
Bu yüzden de bir sahnede parmaklarını oynatması bile güzel bir detay olarak izleyicinin ilgisini çekiyor. Stresli olduğunda duruşundaki tedirginlik, üniformasının eteklerini tutması, ne yapacağını bilemediği anda elini kolunu bilinçsizce oynatması, saçlarına giden elleri, hatta adım atışlarındaki farklılıktan koltukta oturuş pozisyonuna kadar her şey bir bütün olarak izleyicinin Leon’u anlamasını ve çözümlemesini sağlıyor. Bu yüzden de adeta devler ligi olan Vatanım Sensin’de Teğmen Leon dikkatleri fazlasıyla üzerine çekiyor.
Ben onu izlerken Cillian Murphy’nin duruluğunun ve ustalığının tadını, Tom Hardy’nin kabuk değiştirme cesaretinin hazzını alıyorum, Vincent Cassel’in içtenliğini, Edward Norton’ın cesaretini ve özgünlüğünü tadıyorum.
Yıllardır ekranlarda izlenen sterotiplerin aksine yalın oyunculuğu ile algıları yıkan, fitness salonlarından fırlamış kas bombası tiplerin aksine cılız bedeni, kemerli burnu, yamuk gülüşü ile güzellik algısını değiştiren bu genç adamı seyretmelere doyamıyorum.
Röportajlarını okudukça bu farklılığın ve kalitenin nereden kaynaklandığını anlamak zor değil. Sadece oyun gücünü değil, beynini ve düşün gücünü de geliştirmiş Boran. Onu izlemek de, okumak da zevkli.
Şu dönemde taze bir nefes olarak ekranlara damgasını vuran genç beyefendi, “Sanat tekdüzeliğe, makineleşmeye ve monotonluğa savaş açmaktır,” demiş Oscar Wilde. Hoş geldin, iyi ki geldin ;)
DARMODY